ANNEM
Mehmet KOCAAKÇA
Bir sabah Ahmetlerden
yolcu taşıyan minibüs, işyerinin önünde durdu. İçindekiler, renkli bir yazmaya
sarılmış bir paket uzattılar. Yazmalı paketten nefis kokular yayılıyordu,
içindeki annemin içli çöreğinin kokusu olduğunu anladığımda, minibüsteki
insanlar o nefis kokuyu Ahmetler’den bu tarafa çekerek geldiklerini düşününce
birden bire yüzüm sanki yere geçti ve iki yanağım kıpkırmızı oldu utancımdan. Çünkü
bizim içli çöreğin dayanılmaz kokusu hemen kendini belli ederdi.
Güzel anam bize sabah
kahvaltısı için sabah ezanında kalkıp, ocağı yakmış, ateş kömürleşmiş, hamuru
eyleyip çökelekli, tere otlu ve soğanlı içli çöreği yüreğinde yanan bizi
düşleyen ateşlerle pişirip bize göndermiş. Kardeşlerimle sabah gelen bu güzel
hediyenin keyfiyle kahvaltıyı yapıp annemi ev telefonundan aradım. Biraz hoş
sohbet ettim, babamı sordum, derken anneme dedim ki:
“Anacığım sabah çörek
göndermişsin; sağ ol, ama bunu bir daha köyün yolcu minibüsüyle gönderme e mi?”
Sözümü bitirir bitirmez
anam;
“Uyy! Guzum utandın mı
çöreğin tütmesinden?”
“Anneciğim, gözünü seveyim,
vallahi yerden yere geçtim.”
Annem anlamıştı beni ama o
çocuklarına bir şeyler gönderme huyundan vazgeçmedi; yine de göndermeye devam
etti ara sıra.
Annemi bir gün aradım:
“Anacığım çörek geldi,
elinden öperim, sağ ol!“ deyince o; içten, yanık, buğulu, özlem çeken sesiyle;
“Guzum, yürek dayanır mı
işte, el kızı kahvaltı hazırlamaz diye gönderirim.”
Çocuklarına düşkünlüğünden
onların mutluluğundan kendine mutluluk katan bir insandır annem. Kendi yemez,
içmez köyden ne yetiştirirse bizlere bir sepette, çantada ya da çuvalla
ulaştırmak için çırpınır kuş misali. Annemin bize karşı duyarlılığından ben bin
kere onun al yüzünden utanır oldum.
Evlendik hepimiz yuva
kurduk ama annem için hepimiz hala uçmasını yeni öğrenmeye çalışan minicik
kuşlarız. Kırk yaşına merdiven dayadım ama hala sanki onun elindeki bebek gibiyim
ben.
Annem ve babam hayatlarını
kazanırken Ahmetler’in taşını sıkıp alın teriyle ayakta tutunmuşlar. Her türlü
eziyeti, çileyi çekerken yoksulluğun içinden zengin yüreklerini yansıtmışlar
hayata. Annem yoldan geçene bile, “Aç mısın? Susuz musun?” diye sorup buyur
eder, gelene kendi yorgunluğunu unutup hemen sofrasını hazırlardı. Yoldan
geçene bir tas ayran uzatırdı yorgunluğunu almak için. Hastasına sıcacık çorba
ısıtır, sunardı gönül dostlarına. Dünya nimetlerini esirgemez paylaşırdı, yok
kavaramı olmazdı kapısında. Komşusuna lazım olan ona haramdı yaşadıkça. Her
günün sabahında mutlaka iş yapmak için yola çıkardı. Bahçede, tarlada, bağda
kendi ekmeğinin, kendi emeğinin onuruyla çalışmak her gün ödün vermeden,
durmadan gençliğinden yaşamın son durağına koşar gibi.
Nasırlanmış elleriyle
bahçesine her türlü sebzesini ve meyvesini serpmiş ömrü boyunca. Tarlasına
buğdayını, arpasını yulafını ve susamını ekmiş yıllar yılı. Yaşamının her günü
didinmek ve uğraşmak; boş verilecek, dinlenilecek zaman kavramı yok annem için.
Taşları ayıklamış, sabanı tutmuş, küreği savurmuş, orağı sallamış ekin
tarlasında; cübürü, dalı, odunu yüklenmiş ezilen omuzlarında. Davarın, koyunun
peşinden gitmiş sıra, sıra dağlarda. Keçinin, ineğin ve koyunun sütünü sağmış
ağılda. Sabahında, öğlesinde akşamında sıcak yemeğini eksik etmemiş sofrasında.
Sevgisi uçsuz bucaksız, vefası sonsuz dünyalar gibi kucağında, gülümsemesi
eksik olmamış insan karşısında.
Annem, her türlü eziyeti
yaşamış, kendi deyimiyle yoksulluktan, yalnızlığından gün yüzü görmemiş
yaşamında. Bütün yaşamı boyunca çocukları ailesi için kanat çırpmış yuvasında.
Aç yollayıp açıkta bırakmamış biricik çocuklarını. En iyisini en güzelini
yaşasın diye kendinden ödün vermiş ama çocukları için kum tanesi kadar
sakınmamış onlar için. Yetiştirdiği elma, üzüm, badem, nar, ceviz, domates,
salatalık, fasulye, bamya vs, ne verdiyse toprak eşitçe paylaştırıp evlatlarına
sunuyor yaşadıkça.
Yediğimize, içtiğimize ve
giydiğimize kadar her şeyimizle ilgilenmeye çalışırken bugün bile her an
arayıp;
“Guzum, nasılsınız,
eksiğiniz, gediğiniz var mı?” diye sorar.
Her namazından sonra
duasını; “Yarappi, yaramazı kardeş, beynamazı yoldaş etme çocuklarıma” diye
noktalar. Onun duyarlı, vefalı, sevgi dolu, insana yangın duruşu yıkılmayan
kale gibidir. Kar beyaz sevgi dolu elleriyle, süt beyaz yanan yüreğiyle, su
kadar berrak tertemiz düşleriyle hep bizi kucaklar.
Peki ya bizler? Onun sevgi
yolunda bizler ona ne kadar vefalıyız ona ne kadar sevgi, saygı sunuyoruz? Gerçekten
onun yaptıklarının yüzde birini bile yapmadığımı düşünüp, gereken ilgiyi bile
hapsettiğime inanıp üzülüyorum. Ama içimden geçeni de söylemeliyim: Hayatımızın
yolculuğunda annemin kutsal sevgi hazinesini hep içimde taşıyacağım.
Annemin ve babamın
sevgiyle filizlenen, ateş gibi sarıp ve su gibi serinleten değerini yaşarken
yüreğimin derinliklerinde taşıyorum. Ve onların beni güneş gibi ısıtan
gölgeleri başımdan hiç eksik olmasın istiyorum. Çocuklarının en yaramazı,
haşarı asi ve sinirli çocuğu benim galiba. Çocuk dünyamda çokça eziyetler de
ettim anneme. Olur olmadık yerde kalbini de kırdım bilerek ya da bilmeden.
Canım anacığım! Beni
emzirdin; yemedin, yedirdin, giymedin, giydirdin en ufak acımda bile benden
fazla beni düşündün, insanların içine saldın büyüttün, el içinde ne ekmeğe ne
de sevgiye muhtaç etmedin beni, senden emdiğim ak sütün kadar saf hakkını bana helal
etmeni dilerim. Hepimizi okutmak için çırpındın ama beş çocuğun sana okuma
yazmayı öğretemedi ona yanarım affet bizi. Ben sevdanı, vefanı, senin annem
olma gururunu taşıyorum dünyada. Seni seviyorum anacığım…