ÖĞRETMEN DUYŞEN
Cengiz AYTMATOV
Penceremi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya. Yeni
resmim için çizdiğim desenlere mavimsi, solgun loşlukta göz
atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan, yeni baştan
başlamıştım çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha.
Asıl şeyi, duru yaz şafakları gibi ansızın, karşı konmaz bir biçimde
çıkıp geliveren, insanın içinde esrarengiz, kavranılmaz izler bırakan o
güçlü şeyi bulamadım. Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek,
düşünerek, düşünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin sadece
içimde kalacağını sanırım hep.
Bitmemiş resimlerimden en yakın arkadaşlarıma bile söz açmam.
Eserlerimi korkunç bir kıskançlıkla koruduğum için değil, beşiğinde
yatan bir bebeğin büyüyünce nasıl bir insan olacağını kestirmek zor
olduğu için. Bitmemiş bir resim hakkında yargıya varmak da o kadar
zordur. Ama bu kuralı bir kerecik bozacağım; bitirmediğim bu resim
hakkındaki düşüncelerimi herkes duysun, bütün insanlar paylaşsın
istiyorum.
Özenti değil bu. Başka türlü davranamam bunun altından yalnız
başıma kalkamam çünkü. Beni yakalayan, fırçamı elime aldıran
öykü öylesine sarsıcı ki, bu öykünün yükünü taşıyamayacağım artık.
Elimde ağzına kadar dolu bir bardak var sanki; içindekini dökmekten
korkuyorum. Onun için, insanlar beni aydınlatsın, bana yardım etsin,
benim yanımda yer alsın, duygularımı paylaşsın istiyorum.
Yaklaşın, yüreklerinizin sıcaklığını esirgemeyin benden, bu
öyküyü anlatmak benim görevim...
Bizim Kurkuru köyü, dağların eteğinde, yarlardan gelen bir sürü
küçük derenin suladığı bir düzlüktedir. Altında Sarı Vadi uzanır,
uçsuz bucaksız bir Kazak ovası. Karadağlar'la çevrelenmiştir; batıya
giden demiryolunun koyu çizgisi, ovayı ikiye böler.
Köyün arkasındaki tepede, iki tane uzun kavak ağacı vardır. Kendimi
bildiğimden beri oradadır o kavaklar. Kurkuru'ya hangi yönden
gelirseniz gelin, ilk olarak, tepede birer işaret kulesi gibi duran o
kavakları görürsünüz. Duygularımı açık seçik anlatamıyorum,
çocukluk anıları çok değerli olduğu için belki, belki de geçimini resim
yapmaya bağlayan bir sanatçı olduğum için ama ne zaman trenden
inip köye yollansam, gözlerim ufukta o sevgili kavakları arar. Uzaktan
göremem onları; ama hep görür gibi, dokunur gibi olurum.
Uzaklardan Kurkuru'ya dönerken, hep aynı hüzünlü duyguyu
taşımışımdır içimde:
Acaba kavaklarımı görebilecek miyim? Dönebilecek miyim evime?
Bütün istediğim, o tepeye tırmanmak, çok uzun zaman ağaçların
altında durmak, yaprakların hışırtısını dinlemek...
Birçok ağaç var köyümüzde, ama o kavaklar başkadır. Ayrı bir
dilleri, ayrı, ezgili bir canları var onların. Gece olsun, gündüz olsun,
ne zaman gelirseniz gelin, onların bitmek bilmeyen bir hışırtıyla, bir
mırıltıyla salındıklarını görürsünüz.
Sonradan, yıllar sonra, kavakların sırrını çözdüm. Bir tepede
oldukları için bütün rüzgarları alıyorlardı, en hafif meltem bile
yapraklarını sallıyordu onların.
Bu basit gerçeği anlamam, hiç mi hiç hayal kırıklığına uğratmadı
beni; onlara karşı takındığım çocuksu davranışımdan da etmedi. O
davranışımı bugüne kadar sürdürdüm. Tepedeki o kavak ağaçlarını
hala canlı birer varlık olarak düşünüyorum. Çocukluğumu orada,
onların ayaklarında bıraktım, yeşil, büyülü bir camın kırıkları gibi...
Yaz tatili başlamadan önce, okulun son günü, bağırarak, çığlıklar
atarak tepeyi tırmanır, kuş yuvası aramaya çıkardık. O iki dev,
sallanarak, mırıltıyla sanki gölgelerine çağırırdı bizi. Ama biz,
yalınayak yumurcaklar, dallara tırmanır, kuşların ülkesini altüst
ederdik. Kuşlar ötüşerek havalanır, tepemizde dönmeye başlarlardı.
Ama aldırmazdık bile. İçimizde en gözüpekin, en cesurun kim
olduğunu anlamak için tırmanır, tırmanırdık. Derken, güzel bir ışık
dünyası, geniş bir dünya açılırdı önümüzde... büyülü bir dünya.
Çarpıcı bir yanı vardı o genişliğin.
Kuş yuvası aramayı unutarak hepimiz birer dala tüner, hiç
kıpırdamadan, sanki soluk bile almadan aşağıya bakardık. Dünyanın
en büyük yapısı sandığımız ahır bile, kolhozun ahırı bile, küçük bir
kulübe gibi görünürdü. Parıltılı bir kavrukluk içinde yüzen bozkır
uzanırdı köyün ötesinde. Mavimsi uzaklıklara bakınca, daha önce hiç
görmediğimiz topraklar, gümüş sicimler gibi uzayan dereler görürdük.
Dallara tutunarak düşüncelere dalardık: dünyanın sonu muydu burası,
yoksa bu gördüklerimizin ötesinde bizim göğümüze, bulutlarımıza,
derelerimize benzeyen başka gökler, bulutlar, dereler var mıydı?
Büyülü sesini dinlerdik rüzgarın; hışırdayan yapraklar, mavimsi
sislerin ötesindeki esrarengiz ülkeleri anlatırdı bize.
O ülkeleri gözümün önüne getirmeye çalışırdım, kulağıma
yaprakların hışırtısı geldikçe, yüreğim korkudan, heyecandan güm
güm atmaya başlardı. Şimdi aklıma geliyor: o kavakları kimin
diktiğini hiç mi hiç düşünmemişim o zamanlar. O bilinmeyen insan,
fidanların köklerini toprağa yerleştirirken ne hayaller kurmuş kimbilir,
onlara ne umutlarla bakmış, boy atmalarını hangi duygularla
gözlemiş?..
Köylüler, kavakların bulunduğu o tepeye Duyşen'in Okulu
derlerdi. Neden öyle derlerdi, bilmiyorum. Hatırlıyorum, atını arayan
bir adam, yoldan geçen birine:
Doru bir at gördün mü buralarda? diye sormuştu. Cevabını da
hatırlıyorum:
Dün gece Duyşen'in okulunda birkaç at otluyordu. Belki senin doru
at da oradadır.
Biz çocuklar da hiç düşünmeden, büyüklere özenerek Duyşen'in
okulu derdik tepeye.
Hadi, Duyşen'in okuluna gidip serçeleri korkutalım... Söylenenlere
bakılırsa, eskiden bir okul varmış bu tepede. Ama izi bile kalmamıştı
artık. Okulun izlerini çok aradım çocukken, bulamadım. Sonraları,
çıplak bir tepeye Duyşen'in okulu denmesi garibime gitmeye başladı;
köyün ihtiyarlarına Duyşen'in kim olduğunu sordum.
İçlerinden biri, omuzlarını silkerek:
Duyşen mi? dedi. Hala yaşıyor. Eskiden Komsomol üyesiydi. O
tepede eski bir kulübe vardı, Duyşen okul yaptı orayı. Çocuklara
okuma yazma öğretti. Okul da ne okuldu ya; adını bile etmeye
değmez! Evet, garip günlerdi o günler. Bir atı yelesinden tutup da
ayağını üzengiye geçirdin miydi, kendi kendinin efendisi sayılırdın.
Duyşen de öyle yaptı. Çılgınca bir düşünce saplanmıştı kafasına; o
düşünceyi gerçekleştirdi. Okulunun bir taşı bile kalmadı şimdi, ama
tepeye verilen ad hala yaşıyor. O günlerden kalan da sadece bu...
Duyşen'i pek tanımıyordum bile; uzun boylu, iri kemikli bir ihtiyar
olarak hatırlıyorum onu; iğne gibi kaşları vardı. Evi, derenin karşı
kıyısındaydı. Görevi, kolhozdaki arklardan suyun akışını
denetlemekti; günlerini tarlalarda geçirirdi hep. Ara sıra, atının eyerine
koca bir şilte bağlamış, sokaktan geçerdi; atı da kendi kendisinin
efendisi gibiydi.
Yıllar sonra, Duyşen'in köyün postacısı olduğunu söyledi biri.
Hatırladıklarım bu kadar işte. O günlerde, Komsomol üyesi denildi
miydi, hareketli, konuşkan, her toplantıda kalkıp düşüncelerini
açıklayan, gazeteye beleşçiler, hırsızlar hakkında yazılar yazan bir
delikanlı, bir yiğit gelirdi gözümün önüne. Bu sakallı, uysal
ihtiyarın bir Komsomol üyesi olabileceğini aklım almazdı, üstelik,
birazcık okuma yazma bilen bu adamın bir zamanlar öğretmenlik
ettiğini düşündükçe daha da şaşırırdım. Doğrusu istenirse, onun
öğretmenliğinin, köyü saran palavralardan biri olduğunu sanırdım.
Yanılmışım...
Geçen sonbaharda köyden bir telgraf aldım... Kolhozdakiler, kendi
elleriyle kurdukları yeni okulun açılış törenine çağırıyorlardı beni.
Gitmeye karar verdim; köyümüzde böyle büyük bir güne nasıl olur da
katılmazdım? Hatta törenden birkaç gün önce gittim.
Dolaşmak, doğduğum, büyüdüğüm yerlerin resmini yapmak
istiyordum. Söylediklerine göre, üniversitede öğretim üyesi bulunan
Süleymanova'yı da çağırmışlar. Köyde birkaç gün geçirdikten sonra
Moskova'ya gidecekmiş.
Bu değerli kadının, daha çocukken köyümüzden ayrıldığını
biliyordum.
Ben de şehirde karşılaşmıştım onunla. Orta yaşını geçmiş, parlak,
siyah saçlarına ak düşmüş, heykel gibi bir kadındı. Üniversitede
kürsüsü vardı; felsefe dersleri veriyor, sık sık başka ülkelere yolculuk
ediyordu.
İşi başından aşkındı. Yakından tanıyamamıştım onu. Ne zaman
karşılaşsak köyden bir haber olup olmadığını sorar, yeni resimlerim
hakkında hiç değilse birkaç kelime söylerdi. Bir gün cesaretimi
toplayıp: Altınay Süleymanova, neden köyünüze gidip biraz
kalmıyorsunuz orada? diye sormuştum. Sizinle övünüyorlar,
başarılarınızı duymuşlar.
Kurkuru'ya artık hiç gitmediğiniz için kendilerini küçümsediğinizi
sanıyorlar. Gülümseyerek: Evet, günün birinde Kurkuru'ya
gitmeliyim tabii, diye cevap vermişti. Yıllardır gitmedim oraya... gidip
görmek istiyorum. Köyde hiç akrabam yok, ama ne çıkar?.. Yakında
giderim, Kurkuru'yu özledim Tören başlamak üzereydi ki, Altınay
Süleymanova çıkageldi. Yeni okulu dolduran köylüler, onun geldiğini
görür görmez dışarı fırladılar.
Dostu yabancısı, genci ihtiyarı, hepsi onun elini sıkmak istiyordu.
Altınay böyle bir karşılanma beklemiyordu galiba; sanırım biraz
heyecanlandı. Sahneye kurulmuş masaya doğru yürürken, ellerini
göğsüne bastırıp sağa sola selamlar verdi.
Herhalde hayatında birçok toplantıya, birçok törene katılmıştı
Altınay, herkesten yakın, sıcak bir ilgi görmüştü; ama köy okulunda
karşılanması öylesine içtendi ki, gözleri yaşardı.
Konuşmalardan sonra, Genç Öncüler'den bir topluluk, ona bir demet
çiçek, bir de kırmızı Genç Öncüler kurdelesi verdi, onur defterinin
ilk sayfasına bir şeyler yazmasını istedi. Sonra, son derece eğlenceli
bir oyun oynadı çocuklar. Oyun bitince, başöğretmen, herkesin yerini
almasını rica etti.
Köylüler de, konuklar da, Altınay'ı el üstünde tutuyorlardı. En güzel
halılarla döşeli onur yerini verdiler ona; kendisini ne kadar
sevdiklerini, ne kadar saydıklarını belirtmek için büyük yakınlık
gösterdiler.
Böyle toplantılarda hep olduğu gibi, herkes bir ağızdan konuşuyor,
kadeh kaldırıyordu; gürültülü, neşeli bir toplantıydı.
Köyün delikanlılarından biri gelip bir tomar telgraf verdi
başöğretmene.
Eski öğrenciler çekmişti bu telgrafları; yeni okul için kolhozdaki
köylüleri kutluyorlardı. Telgraflar elden ele dolaştırıldı. Başöğretmen,
delikanlıya:
Bu telgrafları ihtiyar Duyşen mi getirdi? diye sordu.
Evet. Toplantı bitmeden önce herkes telgrafları okuyabilsin diye atını
dörtnala koşturmuş. Yorgunluktan bitmiş.
Niye dışarda duruyor? Söyle de gelsin içeri.
Duyşen'i çağırmak için dışarı çıktı delikanlı. Yanımda oturan
Altınay, tedirgin olmuştu; aklına bir şey gelmişti sanki. Hangi
Duyşen'in sözünü ettiklerini sordu. Ansızın bir gariplik çökmüştü
üstüne.
Postacı Duyşen. Tanır mısınız onu?
Belli belirsiz başını salladı, masadan kalkmak üzere doğruldu; o
sırada bir atlı geçti pencerenin önünden. Delikanlı odaya girip
Duyşen'in gittiğini söyledi:
Gelemezmiş. İşi varmış, dağıtım yapacakmış.
Yapsın bakalım, diye homurdandı biri. Onu tutan mı var?
Gelir, ihtiyarlarla oturur sonra.
Ah, bizim Duyşen'i bilmezsiniz siz! Her şeyden önce işini
düşünür o. İşini bitirmeden içi rahat etmez.
Evet, garip bir adam. Savaştan sonra, hastaneden çıkınca
Ukrayna'da kaldı bir süre. Kurkuru'ya beş yıl önce döndü. Burada
ölmek istiyormuş. Tek başına yaşıyor; hiç evlenmemiş...
Başöğretmen:
İçeri gelmediğine üzüldüm, dedi. Neyse... zararı yok. Köyün en
saygıdeğer adamlarından biri, kadehini kaldırarak:
Yoldaşlar, dedi, hatırlarsınız, eskiden hepimiz Duyşen'in
okuluna gitmiştik. Ama kendisi alfabeyi bile sökemezdi.
Yüzünü buruşturarak başını salladı sonra. Hem şaşkın, hem de alaylı
bir hava vardı sesinde.
Onun sözlerine katılanlar çıktı: Doğru söylüyorsun.
Herkes gülmeye başladı.
Doğru tabii. Neler yapmaya kalkmadı Duyşen. Biz de kalkıp
öğretmen yerine koyduk onu!
Kahkahalar kesildikten sonra kadehini yeniden kaldırdı:
Bakın, günümüzün insanı ne kadar değişik! Altınay Süleymanova
üniversitede öğretim üyesi; adı bütün ülkede biliniyor. Aşağı yukarı
hepimiz ortaokulu bitirdik; çocuğumuz liseyi bile okudu.
Bugün yeni bir ortaokul açtık köyümüzde; sadece bu bile
hayatımızın ne kadar değiştiğini gösterir. Dilerim, Kurkuru'lu
delikanlılar, Kurkuru'lu kızlar, çağlarının en okumuş insanları olsunlar
ilerde! Hadi, bunun için içelim.
Herkes kadehini kaldırdı; toplantı gürültülü, neşeli bir havaya
büründü yine. Sadece Altınay keyifsizdi; bir tek yudum aldı
şarabından.
Ama herkes gülüp eğleniyordu, kimse bunun farkına varmadı.
Durmadan saatine bakıyordu Altınay. Bir süre sonra, temiz hava
almak için herkes dışarı çıktığı zaman, onun ötekilerden ayrılmış
olduğunu gördüm. Sararmış kavakların meltemde hafifçe salındığı
tepeye dikmişti gözlerini. Güneş, bozkırın mor, sisli çizgisiyle göğün
birleştiği yerde batıyordu. Solan ışığı, kavakların tepelerini soğuk,
acılı bir mora boyamıştı.
Altınay'ın yanına gittim.
Yaprakları dökülüyor. Ama onları bir de baharda göreceksiniz. İçini
çekerek:
Ben de bunu düşünüyordum şimdi, dedi.
Bir süre sustuktan sonra, kendi kendine konuşur gibi ekledi.Evet,
her canlının bir baharı, bir güzü vardır.
Yaşlanmakta olan yüzü düşünceliydi, kederliydi. Kadınsı bir
pişmanlıkla bakıyordu ağaçlara. Artık bir öğretim üyesi yoktu ortada;
kolay sevinen, kolay üzülen, aklı bir şeye ermeyen, alıştığımız bir
Kırgız kadını vardı. Gençliğinin anılarına dalmıştı; hani türkülerde
söylenir: en yüce tepeden bile çağırsanız artık size dönmeyecek olan
gençliğin anılarına öyle ayakta durmuş, kavaklara bakarken bir şey
söylemek istedi bana, ama vazgeçti, elinde tuttuğu gözlüğü gözüne
götürdü.
Moskova treni saat on birde geçiyor galiba, dedi.
Evet.
Öyleyse yavaş yavaş istasyona yollanayım ben.
Niye acele ediyorsunuz? diye sordum. Birkaç gün kalacaktınız hani?
Sizi kolay kolay bırakmazlar.
Moskova'da acele bir işim var. Bir an önce gitmeliyim.
Gitmeyi aklına koymuştu bir kere; hiçbir şey onu yolundan
döndüremezdi artık.
Hava gittikçe kararıyordu. Hayal kırıklığına uğramış köylüler,
konuklarını otomobile kadar geçirdiler; daha uzun, hiç olmazsa bir
hafta kalmak üzere, yine geleceğine söz aldılar ondan. Ben de
Altınay'la birlikte istasyona gittim.
Niye bu kadar acele etti, diye düşünüyordum. İnsanın kendi
köylülerini kırması saçma bir şeydi... Üstelik böyle bir günde. Bu
davranışının sebebini soracaktım, cesaret edemedim. Onu incitmekten
korktuğum için değil... nasıl olsa bana da bir şey söylemeyeceği için.
Düşünceye dalmıştı; istasyona kadar ağzını bile açmadı.
Sonunda kendimi toparlayarak sordum:
Bir şeye üzüldünüz. Sizi istemeyerek kırdık mı yoksa? Birine mi
kızdınız?
Daha neler! Kime kızayım? Kızsam kızsam kendime kızarım. Evet,
kendime kızdım.
Başka bir şey söylemeden Moskova'ya gitti.
Şehre dönüşümden birkaç gün sonra, Altınay'dan bir mektup
aldım. Düşündüğünden daha çok kalacağını yazıyordu Moskova'da;
mektup şöyle devam ediyordu:
Moskova'da hemen yapılması gereken önemli işlerim var, ama size
bu uzun mektubu yazabilmek için hepsini bir yana bıraktım. Eğer
anlattıklarımı ilgi çekici bulursanız, yayımlanması için belki bir yol
gösterebilirsiniz bana. Yalnız Kurkuru köylüleri için istiyorum. Bu
karara varmadan önce uzun uzun düşündüm. İnsanlara içimi
açıyorum işte. Yazdıklarımı ne kadar çok insan okursa, içim o kadar
rahatlayacak. Beni kırmaktan, incitmekten çekinmeyin. Ne
düşünüyorsanız yazın bana.
Mektubun bende bıraktığı etki öylesine büyüleyiciydi ki, günlerce
başka bir şey düşünemedim. Yapılacak en iyi şeyin, olayları Altınay'ın
ağzından anlatmak olacağına karar verdim sonunda.
1924 yılıydı. Evet, 1924'dü...
Şimdi kolhoz olan yer, yoksul köylülerin yaşadığı küçük bir köydü
o zamanlar. Ben on dört yaşındaydım; ölmüş babamın amca oğlunun
evinde oturuyordum. Annem de ölmüştü.
O güz, zengin çiftçiler kışı geçirmek üzere koyunlarını alıp dağlara
çıktıktan sonra, köyümüze bir yabancı geldi. Sırtında bir kaput vardı
yabancının. Kaputu çok iyi hatırlıyorum: siyahtı çünkü. Dağlar
arasına sıkışıp kalmış köyümüze kaputlu bir yabancının gelmesi epey
heyecan uyandırdı.
Önce, onun orduda komutanlık yapmış olduğu söylentisi yayıldı;
sonradan anladık ki, komutan filan değilmiş... yıllar önce, herkesin aç
kaldığı bir kış, demiryolunda çalışmak üzere köyden ayrılan, sonra da
kendisinden hiçbir haber alınmayan Taştanbeg'in oğluymuş.
Duyşen'miş adı; söylediğine göre, okul kurmak, çocuklara okuma
yazma öğretmek için gönderilmiş.
Okul nedir, kimse bilmiyordu köyde. Kimsenin kafasında okul diye
bir kavram yoktu. Onun için Duyşen'in sözlerini pek ciddiye
almadılar. Onun köye gelişinden kısa bir süre sonra, herkes toplantıya
çağrılmasaydı, ciddiye alacakları da yoktu.
Amcam toplantıya gitmek istemedi önce.
Ne zaman insanın işi başından aşkın olursa o zaman toplantıya
çağırıyorlar! dedi.
Ama ihtiyar atını eyerleyip kurula kurula yola koyuldu. Ben de,
komşuların çocuklarıyla birlikte, arkasından gittim onun. Toplantıların
yapıldığı küçük tepeyi soluk soluğa tırmandığımızda, siyah kaputlu,
soluk yüzlü delikanlının köylülerle konuşmakta olduğunu gördük.
Söylediklerini pek duyamıyorduk; yaklaştık. Sırtına koyun postundan,
eski bir ceket geçirmiş çok ihtiyar bir adam, Duyşen in sözünü kesti:
Dinle oğlum eskiden çocuklarımıza her şeyi mollalar öğretirdi.
Babanı hepimiz biliriz. O da bizim gibi yoksulun biriydi.
Hızlı hızlı konuşuyordu ihtiyar:
Şimdi biz şunu bilmek istiyoruz: sen nasıl oldu da molla oldun?
Duyşen:
Ben molla değilim aksakal, diye cevap verdi. Ben Komsomol
üyesiyim. Mollaların yerini öğretmenler aldı artık. Askerdeyken
okuma yazma öğrendim. Zaten daha önce de okula gitmiştim. Benim
mollalığım bu kadar.
O zaman başka..
Beni buraya Komsomol gönderdi. Çocuklarınıza okuma yazma
öğreteyim diye. Bir yere ihtiyacımız var. Tepedeki şu eski ahırı, sizin
de yardımınızla, okul yapmak istiyoruz. Ne dersiniz?
Hemen cevap vermek istemediler ona. Bu yabancının kim olduğunu
bilmiyorlardı ki... Duyşen'in dediklerine karşı çıkan Satımkul,
sessizliği bozdu... Eyerine yaslanıp dişlerinin arasından tükürerek,
konuşmaları dikkatle dinlemişti.
Gözlerini kısarak Duyşen'e baktı. Bakmıyordu da nişan alıyordu
sanki.
Dur, o kadar acele etme delikanlı, dedi. Önce söyle bakalım: okulu
ne yapacağız biz?
Duyşen şaşırmıştı.
Okulu ne mi yapacaksınız? diye tekrarladı.
Evet, doğru söylüyor diye bağırdı, okulu ne yapacağız?
Herkes bir ağızdan konuşmaya, bağırmaya başladı. Dünya kuruldu
kurulalı biz toprakla uğraşırız. Altımızdaki şiltedir o, soframızdaki
aştır. Çocuklarımız da bizim gibi yaşayacaklar. Okulu ne yapsınlar?
Memurlar okuma yazma öğrensin; biz basit insanlarız. Sen de kalkıp
işleri karıştırma!
Gürültü yavaş yavaş kesildi.
Duyşen, gözlerini onların gözlerine dikerek, hayal kırıklığıyla:
Çocuklarınızın okula gitmesini istemiyor musunuz? diye sordu.
İstemiyoruz; zor mu kullanacaksın? O günler geçti. Biz hür insanlarız
artık. Canımız nasıl isterse öyle yaparız.
Duyşen'in yüzü bembeyaz kesildi. Titreyen parmaklarıyla kaputunun
düğmelerini çözdü, dörde katlanmış bir kağıt çıkardı iç cebinden,
sonra kağıdı başının üstünde sallamaya başladı.
Demek çocukların okula gitmelerini emreden devlete karşı
çıkıyorsunuz. Bakın bu kağıda, altında resmi mühür var. Size kim
toprak verdi, kim su verdi? Kim hürriyet verdi? Söyleyin bakalım,
devletin yasalarına karşı mı çıkıyorsunuz? Konuşun. Cevap verin!
Son cümlesini öylesine öfkeyle, öylesine bağırarak söylemişti ki, sesi
bir kurşun gibi deldi güz sessizliğini, uzaktaki dağlarda yankılandı.
Kimse ağzını açıp da bir kelime söyleyemedi. Herkes, başını önüne
eğmiş, duruyordu.
Duyşen biraz yatışmıştı.
Biz yoksul köylüleriz, dedi. Hayatımız boyunca aşağılandık,
tekmelendik. Karanlıkta yaşadık. Şimdi devlet aydınlığa çıkarmak
istiyor bizi, ışığı görelim, okuma yazma öğrenelim istiyor.
Çocuklarımızı okula bunun için göndermeliyiz.
Susup beklemeye başladı sonra. İlk konuşan, eski ceketli o ihtiyar
oldu yine:
Peki, nasıl bilirsen öyle yap; biz karışmayız...
Ama bana yardım etmenizi istiyorum. Tepedeki şu ahırı onarmalıyız;
dereye bir köprü kurmalıyız. Sonra kış için de oduna ihtiyacımız var...
Satımkul kabaca sözünü kesti onun:
O kadar acele etme yiğidim, o kadar acele etme...
Dişlerinin arasından tükürdü; bir gözünü kısarak kötü kötü bakmaya
başladı Duyşen'in yüzüne.
Buraya gelmiş, okul kuracağını söylüyorsun, diye devam etti.
Ama bakıyorum da, ne sırtında kürkün, ne altında atın var. Bir tek
koyunun bile yok. Ekilecek tek karış toprağın bile yok. Neyle
geçineceksin? Başkalarının koyunlarını mı çalacaksın yoksa?
Ben başımın çaresine bakarım. Aylık alacağım.
Satımkul keyiflenmişti; eyerin üstünde doğrulup çevresine bakındı.
Her şey anlaşıldı şimdi. Kendi başının çaresine bakarsın öyleyse
yiğidim; madem aylık alacaksın, çocuklara okuma yazma öğret
bakalım. Devletin dağıtılacak parası varmış demek. Sen bizi rahat
bırak. İşimiz zaten başımızdan aşkın...
Bunları söyledikten sonra, atını çevirip uzaklaştı Satımkul. Ötekiler
de onun arkasından gittiler. Duyşen, elinde kağıt, bir başına, çaresiz,
kalakalmıştı.
Üzülmüştüm, acıyarak bakıyordum ona. Amcam beni görüp de
kovalayıncaya kadar orada kaldım.
Ne yapıyorsun burada? Haydi, doğru eve! Arkadaşlarımın arkasından
koştum. Amcam:
Daha neler, diye homurdandı, çocuk olduklarına bakmadan
toplantıya gelmişler bir de!
Ertesi sabah, biz kızlar dereden su almaya gittiğimizde Duyşen'i
gördük karşı kıyıda. Elinde bir kazma, bir kürek, bir balta, bir de eski
kova vardı.
Ondan sonra her sabah, köylüler Duyşen'in tepeyi tırmandığını,
terkedilmiş ahıra girip çıktığını gördüler. Köye ancak akşam olunca
inerdi. Zaman zaman, sırtında ot yığınları, saman yığınları taşıdığı
görülürdü. Onu uzaktan seyredenler, eyerlerinin üstünde doğrulur,
ellerini gözlerine siper eder, düşüncelerini söylerdi.
Sırtında yük taşıyan şu adam öğretmen Duyşen değil mi? Evet o.
Elinde mühürlü kağıt var ya, ondan. O mühür adama kuvvet verir.
Zavallı. Öğretmenlik de kolay değil anlaşılan.
Sen kolay mı sanıyordun? Sırtında taşıdığı yüke bak. Öğretmen değil
de bir bey'in hizmetçisi sanki.
Bir de kalkmış yukardan atıyor.
Böyle konuşarak atlarını çevirip uzaklaşırlardı.
Bir gün, köyün arkasındaki dağın eteğinden topladığımız tezekleri
çuvallarla taşımaya gitmiştik yine; tepeyi tırmanıp öğretmenin eski
ahırda ne yaptığını görmek istedik. Ahır, bey'in malıydı eskiden.
Güzün yavrulayan kısraklarını barındırırdı orada. Hayvanlar, kışı
ahırda geçirirdi. Devrimden sonra bey çekip gitmişti. Malları köye
kalmıştı şimdi. Kimse kullanmadığı için otlar bürümüştü ahırı. Baktık
ki, bütün otlar sökülüp bir yana yığılmış, avlu temizlenmiş...
Yağmurdan harap olmuş, sıvalan dökülmüş duvar badana edilmiş.
Rezelerinden çıkmış çarpık kapı da onarılmış.
Dinlenmek için çuvallarımızı yere bıraktık; o sırada Duyşen çıktı
içerden. Tepeden tırnağa boya içindeydi; bizi görünce önce şaşırdı,
sonra gülümsedi.
Yüzünün terini silerek:
Nereden geliyorsunuz; kızlar? diye sordu.
Çuvalların yanında oturuyorduk, utançtan ağzımızı bile açamadık.
Utandığımızı anladı Duyşen, gülümseyerek, dostça göz kırptı bize.
Bakıyorum, çuvallarınız sizden büyük, dedi. Ama geldiğinize çok
sevindim, ne de olsa burası sizin okulunuz. Artık bitti bitecek. Ocağı
yeni bitirdim, bacasına bakın... Şimdi kış için yakacak bulmalıyım;
bu da zor olmayacak. Her yan kurumuş otlarla dolu. Sonra yere saman
koyarız, üstüne oturursunuz. Yakında derslere başlarız. Nasıl, okula
gitmek istiyor musunuz? Gelecek misiniz?
Ben, ötekilerden daha büyük olduğum için, konuşmak gereğini
duydum:
Teyzem bırakırsa gelirim.
Niye bırakmasın, tabii bırakır. Adın ne senin? Dizimdeki yara izini
elimle örterek:
Altınay, dedim.
Altınay... güzel bir ad. Sen de iyi bir kıza benziyorsun.
Öyle güzel gülümsüyordu ki, insanın yüreğine ılık ılık bir şeyler
yayılıyordu.
Peki Altınay, dedi, öteki kızları okula sen getirirsin. Anlaştık mı?
Anlaştık, amca.
Bana öğretmenim de. İçeriyi görmek ister miydiniz? Utanmayın,
gelin hadi.
İçeri girmeye çekiniyorduk.
Yok, biz artık gidelim, dedik.
Gidin öyleyse. Dersler başlayınca görürsünüz. Ben de hava
kararmadan gidip biraz daha ot toplayayım.
Eline bir orakla bir parça ip alıp uzaklaştı. Biz de ayağa kalkıp
sırtımıza çuvallarımızı attık, köye doğru yollandık. Ansızın parlak bir
fikir geldi aklıma.
Durun, dedim. Dönüp çuvallarımızı okula boşaltalım. Kış için biraz
daha yakacak vermiş oluruz.
Sonra da eve elimiz boş dönelim, öyle mi? Sen de ne akıllısın ya...
Gider, biraz daha tezek toplarız.
Olmaz. Geç kalırsam annem kızar.
O gün niye öyle davrandım, bilmiyorum. Belki sadece inatçılık
yüzünden, belki de bir çeşit başkaldırma duygusuyla... bebekliğimden
beri davranışlarım, tutkularım dayakla olsun, azarla olsun hep
bastırılmıştı. Bu yabancı, içimi ılıtan tatlı gülüşüyle, güzel sözleriyle
bir güven duygusu uyandırmıştı bende. Hiç kuşkum yok, adım gibi
biliyordum artık: benim hayatım, sevinçleriyle, acılarıyla o gün, o
davranışımla başladı. Kendim bir karar vermiştim o anda, kararımı
uygulamaya geçmiştim. Doğru buluyordum yaptığım şeyi,
cezalandırılmaktan da korkmuyordum. Arkadaşlarım bir başıma
bırakmışlardı beni, ama aldırmadım! Duyşen'in okuluna koşup çuvalı
kapının önüne boşalttım, yeniden tezek toplamaya gittim sonra.
Kanatlanmış gibi uçuyordum; büyük bir iş yaptığımdan içim
hafiflemişti sanki, yüreğim gümbür gümbür atıyordu. Güneş niye bu
kadar mutlu olduğumu biliyor gibiydi. Evet, niye böyle koştuğumun
farkındaydı: iyi bir iş yapmıştım.
Tepeler arkasından kaybolmak üzereydi güneş; bana kalırsa batmak
istemiyordu sanki, beni gözlemek istiyordu. Sararan otları, yaprakları
renkten renge boyayarak, kızıllaştırarak, pembeleştirerek,
morlaştırarak yolumu daha güzel kılıyordu. Uçuşan şeytan tüyleri,
pırıl pırıl birer alev parçası gibiydi. Yırtık pırtık, yamalı beşmetimin
madeni düğmeleri de ışıl ışıldı. Koştukça koştum; toprağa, gökyüzüne,
rüzgara türküler söylüyordu yüreğim:
Bakın bana! Görün işte, nasıl bir insanım ben... Okuma yazma
öğreneceğim, okula gideceğim, başkalarını da okula götüreceğim!
Ne kadar koştum, hatırlamıyorum, ama ansızın kendime geldim:
tezek yoktu. Garipti, yazın o kadar çok inek otlardı ki burada,
tezekten geçilmezdi. Bütün tezekler uçup gitmişti sanki. Belki de
bakılacak yerlere bakmıyordum. Başka yerleri aradım, tezek vardı
ama azdı.
Bu gidişle karanlık basmadan çuvalı dolduramayacağım, diye
düşündüm.
Korkudan ödüm patlamıştı, sağa sola koşuşup duruyordum.
Çuvalım yarısına kadar dolmuştu daha. Gün ışığı adamakıllı
solmuştu artık, yamaçları karanlık basıyordu.
Eve hiç bu kadar geç kalmamıştım. Gece, karanlık kanadını
sessiz, ıssız tepelerin üstüne germişti. Çuvalı sırtıma atıp köye doğru
koşmaya başladım. Korkuyordum. Her yer öylesine karanlıktı ki,
bağırmak, ağlamak geliyordu içimden; ama Duyşen'i hatırlayıp göz
yaşlarımı tuttum. Arkama bile bakmadan yoluma devam ettim.
Soluk soluğa vardım eve; kan ter içindeydim; elbiselerim toza toprağa
bulanmıştı. Ocağın önünde oturmakta olan teyzem, kaşlarını
çatarak yerinden kalktı, yanıma geldi. Kötü, zalim bir kadındı.
Niye geciktin? diye bağırdı.
Ben daha ağzımı bile açmamıştım ki, sırtımdan çuvalı kaptığı gibi
yere fırlattı.
Bütün gün bula bula bunu mu buldun?
Sonradan öğrendiğime göre, arkadaşlarım her şeyi anlatmışlar.
Seni kömür suratlı! Okulda ne işin var? Dilerim, okul yollarında
geberesin!
Kulağımdan tutup birkaç kere vurdu başıma.
Serseri! Elin kurdundan ev köpeği olur mu hiç? Başkalarının
çocukları evde kalıp annelerine yardım eder, bu dağda bayırda
dolaşıyor.
Okula gitmeyi gösteririm ben sana! Seni o ahırın yanında bir
yakalarsam bacaklarını kırarım! Okula gitmek neymiş, anlarsın o
zaman!
Hiçbir şey demedim, bağırmamaya çalıştım. Sonra, yaktığım ocağın
önünde otururken sessizce ağladım. Üzüntülü olduğumu anlayınca
hep kucağıma çıkan tekir kediyi okşadım durdum. Teyzem beni
dövdüğü için ağlamıyordum, alışıktım buna, okula göndermeyeceği
için ağlıyordum.
İki gün sonra, sabahleyin erkenden köpekler havlamaya başladı
köyde, bağırıp çağırmalar duyuldu. Duyşen ev ev dolaşıp çocukları
topluyor, okula götürüyordu. O sıralarda sokak diye bir şey yoktu;
kerpiç evler düzensizce dağılmıştı. Herkes canının istediği yere
kurmuştu evini. Duyşen, çevresinde çocuklarla, kapı kapı dolaşıyordu.
Bizim ev, köyün en ucundaydı. Teyzemle buğday öğütüyorduk,
amcam öğütülmüş buğdayları pazara götürmek üzere hazırlanıyordu.
Ben bir yandan işimi yapıyor, bir yandan da Duyşen'i gözlüyordum.
Bizim eve kadar gelmeyecek diye ödüm kopuyordu. Biliyordum,
teyzem okula gitmeme izin vermeyecekti, ama Duyşen gelsin, nerede
oturduğumu görsün istiyordum. Bizim eve uğramadan dönüp gidecek
diye ödüm kopuyordu.
Ben bunları düşünürken Duyşen çıkageldi. Teyzemi selamladı:
Günaydın! Tanrı yardımcın olsun! O olmazsa biz oluruz. Bak, ne
kadar kalabalığız.
Bir şeyler mırıldandı teyzem, amcam ise öğretmenin yüzüne bile
bakmadı.
Duyşen aldırmadı hiç. Avlunun ortasında duran bir kütüğün üstüne
çöktü, cebinden kağıt kalem çıkardı.
Bugün okul başlıyor. Kızınız kaç yaşında?
Teyzem cevap bile vermeden işine devam etti, adamakıllı kızmıştı.
Besbelli, tek kelime söylemeyecekti. Ne olacaktı şimdi? Duyşen bana
bakıp gülümsedi, yine ılık ılık bir şeyler yayıldı içime.
Kaç yaşındasın; Altınay? diye sordu. Cevap vermeye cesaret
edemedim. Teyzem:
Onun kaç yaşında olduğundan sana ne? dedi. Zaten sen kimsin bir
kere? Daha okula gidecek yaşa gelmedi. Bırak bunun gibi piçleri,
anasıyla babasıyla oturan çocuklar bile okuma yazma öğrenmiyor.
Toplayacağın kadar çocuk toplamışsın, onları götür okula. Burada işin
yok!
Duyşen ayağa kalkarak:
Nasıl oluyor da böyle konuşabiliyorsun? diye bağırdı. Yetim
kaldıysa suç onda mı? Yoksa, yetimlerin okuma yazma öğrenmesini
yasaklayan bir yasa mı var?
Senin yasaların bana vızgelir. Ben kendi yasalarımı yürütürüm
burada, senden emir alacak da değilim!
Hepimiz aynı yasalara boyun eğeceğiz. Belki bu kıza senin ihtiyacın
yok, ama bizim, devletin, var! Karşı koyarsan cezanı çekersin.
Teyzem kollarını sıvayarak ayağa kalktı:
Şuna bakın, şu serseriye bakın! Bu piç kimden emir alacak, söyle
bakalım. Karnını kim doyuruyor onun? Onu kim doyuruyor? Sen mi,
ben mi? Evsiz barksız piçin biri bu... senin de evin barkın yok
zaten...
Eğer ortaya amcam çıkmasaydı tartışma nasıl sonuçlanacaktı,
bilmiyorum. Teyzem bir kocası olduğunu unuturdu hep, her işe
burnunu sokardı; bu da çok kızdırırdı amcamı. Öyle ya, evin
efendisiydi; ara sıra teyzemi döverdi. Şimdi de öfkeden kıpkırmızı
olmuştu yüzü.
Kapa çeneni karı! diye bağırdı. Sen kim oluyorsunda kendi başına
karar veriyorsun, benim yerime konuşuyorsun? Her işe burnunu
sokma. Sana gelince Taştabeg'in oğlu, al şu piçi götür, okuma mı
öğreteceksin, kemiklerini mi kıracaksın, ne halt edersen et. Hadi,
basın bakalım. Defolun!
Teyzem bağırmaya başladı:
Demek okula gönderiyorsun onu. Evde kim yardım edecek bana?
Soruyorum, kim edecek?
Kes sesini! diye bağırdı amcam; teyzemi susturdu.
Her karanlık bulutta bir beyaz nokta bulunur derler. Okula böyle
başladım işte.
Sınıfa ilk girdiğimizde, Duyşen yere, samanların üstüne oturmamızı
söyledi; sonra hepimize birer defter, birer kalem, birer de tahta parçası
verdi.
Tahtaları dizinizin üstüne koyun, dedi. Onun üstüne de defterleri
koyarsınız. Böylece daha kolay yazarsınız.
Sonra, duvara astığı bir resmi gösterdi. Bir Rus'un resmiydi bu. Bu
Lenin'dir, dedi.
O resmi hiç unutamayacağım. Nedendir, bilmiyorum, sonradan hiç
rastlamadım o resme. Aklımda hala Duyşen'in resmi olarak kalmış.
O resimde bir kaput giymişti Lenin, yorgun bir yüzü vardı, sakalı
sivriydi. Yaralı kolu askıya alınmıştı; kasketi arkaya kaykılmıştı.
Durgun, rahat bir bakış vardı keskin gözlerinde.
Duyşen, resmi epeydir yanında taşıyordu anlaşılan. Bildiğimiz afiş
kağıtlarına basılmıştı, kenarları köşeleri iyice yıpranmıştı. Sınıfın
duvarlarında bu resimden başka bir şey yoktu.
Duyşen:
Okuma yazmayı, sayı saymayı öğreteceğim size, dedi. Harflerin,
rakamların nasıl yazıldığını göstereceğim. Bildiğim ne varsa hepsini
öğreteceğim.
Bildiği ne varsa hepsini öğretti. Şaşılacak derecede sabırlıydı.
Kalemin nasıl tutulacağını teker teker gösterdi hepimize; bu arada,
anlamadığımız sözler de söyledi.
Şimdi düşünüyorum da, Duyşen şaşırtıyor beni. Elimizde bir alfabe
bile yoktu üstelik öğretmenimiz ne gramer biliyordu, ne öğretme
yöntemi. Böyle şeylerin varlığından bile habersizdi.
Güdüleriyle davranarak, öğrenmemiz gereken şeyleri, öğretebildiği
kadar öğretti bize. Ama hevesi, coşkunluğu da boşa gitmedi, buna
eminim.
Umduğundan büyük şeyler başardı Duyşen. Evet, büyük şeyler
başardı, çünkü, duvardaki yarıklarından karlı tepelerin göründüğü o
eski kerpiç ahırda bir şeyler öğrenmeye çalışan bizlerin, biz Kırgız
çocuklarının, o zamana kadar köyün dar çizgileri içinde kapanıp
kalmış çocukların, yeni, değişik, güzel bir dünya açılmıştı önlerinde.
Moskova'nın, Lenin'in yaşadığı şehrin, Taşkent'den bile büyük
olduğunu o sınıfta öğrendik, dünyada Talas Vadisi kadar büyük
denizler olduğunu o sınıfta öğrendik; dağlar kadar kocaman gemilerin
o denizlerde yüzdüğünü o sınıfta öğrendik. Çarşıdan satın alınan
petrolün yeraltından çıkarıldığını o sınıfta öğrendik. Gün gelecek,
çocuklar geniş pencereli büyük, beyaz okullarda okuyacaklar, sıraların
üstünde oturacaklardı.
Alfabeyi kıvırmaya başlayınca ilk olarak Lenin kelimesini yazdık.
Artık sözlüğümüzde bey gibi, ırgat gibi, Sovyetler gibi
kavramlar da vardı. Duyşen söz verdi: ders yılı bitmeden bize
devrim kelimesinin nasıl yazıldığını öğretecekti.
Her ayın sonunda gider, rapor verirdi. İki üç gün görünmezdi. Çok
özlerdik onu. Ağabeyim olsa o kadar özlemezdim. Teyzem başka bir
işle uğraştığı zamanlar evin arkasına sıvışır, yolunu gözlemeye
başlardım Duyşen'in. Onu, içimi ılıtan gülümseyişini görmek, ışıklı
sözlerini duymak nasıl sevindirirdi beni!
Öğrencilerin en büyüğü bendim. Belki bu yüzden, en çabuk ben
öğreniyordum; ama tek sebep bu değildi. Duyşen'in söylediği her
kelime, yazdırdığı her harf benim için kutsaldı. Onun öğrettiklerini
kavramaktan daha önemli bir şey yoktu hayatta. Verdiği defteri hazine
gibi saklıyor, harfleri orağın ucuyla yere, kömürle duvara bir dal
parçasıyla kara yazıyordum. Benim için, dünyada Duyşen'den daha
bilgili, daha akıllı kimse yoktu.
Kış yaklaşıyordu.
İlk kar yağıncaya kadar, dağın eteğinde, çakıl taşlarının üstünden
gürültüyle akan dereyi geçerdik okula gitmek için. Kar yağdıktan
sonra da geçerdik tabii, ama zor olurdu. Buz gibi su ayaklarımızı
dondururdu. En çok küçüklerin canı yanardı; gözleri yaşla dolardı.
Duyşen, biri sırtında biri kollarında, her keresinde iki çocuk taşıyarak
hepsini karşı kıyıya geçirirdi.
Bütün bunlar inanılmaz geliyor şimdi bana. Herkes, ya bilgisizlikten,
ya aptallıktan, Duyşen'e gülerdi. En çok da kışı dağlarda geçirip arada
bir değirmene inen zenginler alay ederdi onunla.
Başlarında kalpakları, sırtlarında kürklü ceketleri, sırım gibi atlarının
üstünden Duyşen'in çocukları taşımasına bakarlardı. Öğretmeni
gösterirlerdi gülerek.
Şuna bak, derlerdi, nasıl olmuş da bugüne kadar görmemişim şu
herifi. Daha önce görseydim, kuma diye alırdım!
Kahkahadan kırılarak, üstümüze su ve çamur sıçratarak yollarına
devam ederlerdi sonra.
Ah, arkalarından nasıl koşmak isterdim onların. Atların yularına
yapışıp sinsi yılışık suratlarına doğru:
Öğretmenimiz için nasıl böyle konuşursunuz? Aptal insanlarsınız
siz, kötü insanlarsınız! diye bağırsam öyle rahatlayacaktım ki... Ama
küçük bir kızın sözlerine kim kulak asardı? Gözlerimin acı yaşlarını
içime akıtarak kalakalırdım olduğum yerde. Duyşen onların
sözlerini duymazlıktan gelirdi; hiç aldırmazdı. Üstelik, söylenenleri
unutturmak, bizi güldürmek için komik şeyler anlatırdı.
Epeyce çalıştı ama olmadı... Köprü kurmak için kereste bulamadı
Duyşen. Bir gün, bütün çocukları karşı kıyıya geçirdikten sonra
benimle birlikte derenin yanında kaldı; taşlardan bir geçit yapmaya
çalıştık.
Köylüler isteseler yarım saat içinde bir köprü kurabilirlerdi çocukları
için, dereye iki üç ağaç devirseler bu iş biterdi. Ama yapmadılar,
okulu ciddiye almıyorlardı o günlerde, Duyşen'e de delinin biri
diyorlardı...
Evet, onlara kalırsa delinin biriydi Duyşen, çocuklarla oyalanıyordu.
Okuma yazma mı öğretmek istiyordu onlara, öğretsin di... yeter ki
işlerini aksatmasındı çocuklar. Böyle düşünüyorlardı. Altlarında atları
vardı, ihtiyaçları yoktu köprüye. En az kendileri kadar iyi bir insan
olan bu delikanlının vaktini niye öğretmenlik etmekle geçirdiğini,
üstelik bunu niye canla başla, inatla, her çeşit zorluğa, küçümsemeye,
alaya katlanarak yaptığını anlamıyorlardı.
Taştan geçidi yaptığımızda yerde kar vardı; su öyle soğuktu ki
insanın soluğu kesiliyordu. Duyşen nasıl dayandı buna, bilmiyorum...
yalınayaktı, bir an bile durmadan çalıştı. Suyun dibine bastıkça, çakıl
taşları ayaklarımızı cayır cayır yakıyordu. Derenin tam ortasındayken
iki bacağıma birden kramp girdi. Acıdan kıvrılıp kaldım oracıkta; iki
büklüm oluvermiştim, doğrulamıyordum. Gittikçe suya
gömülüyordum...
Koşarak geldi Duyşen, beni kollarına alıp kıyıya taşıdı. Yere
kaputunu serip üstüne oturttu. Masmavi kesilmiş incecik bacaklarımı,
buz gibi ellerimi ovdu.
Büyük bir ilgiyle:
Kaputuma sarılıp biraz dinlen, Altınay dedi... Geçidi ben kendim
yaparım.
Sonunda geçit tamamlandı. Duyşen sudan çıkıp çizmelerini giydi;
kaputuna sarınarak bana baktı, gülümsedi.
Biraz dinlendikten sonra:
Nasılsın şimdi, ısındın mı? diye sordu. Al şu kaputu da sarın. Sonra
ekledi:
O gün kapıya tezekleri sen mi bırakmıştın, Altınay?Evet, diye
cevap verdim.
Dudaklarının köşesine incecik bir gülümseme ilişiverdi.
Ben de öyle düşünmüştüm zaten, demek istiyordu sanki.
Hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuştu yüzüm, tezeğin bırakılmasını
unutmamıştı demek. Mutluydum, yedi kat gökte uçuyordum.
Duyşen sevindiğimi anladı.
Gözleriyle beni okşayarak:
Benim temiz yavrum, duru kaynağım, dedi. Ne kadar da akıllısın...
Ah, seni şehre, okumaya bir gönderebilsem! Büyük bir insan olurdun!
Dönüp kıyıya doğru bir adım attı.
Gözlerimin önünde şimdi: gürültülü derenin kıyısında durmuş;
ellerini başının arkasında kavuşturmuş; parlayan gözleriyle, tepelerden
gelen rüzgarın kovaladığı beyaz bulutlara bakıyor...
O anda ne düşünüyordu acaba? Beni şehirdeki okula göndermeyi mi?
Ben onun kaputuna sarınmış şunları düşünüyordum:
Keşke ağabeyim olsaydı Duyşen! kollarına atılıp ona sarılır,
gözlerimi yumar, en tatlı sözleri söylerdim kulaklarına. N'olursun
Tanrım Duyşen ağabeyim olsun!
İnceliği, iyiliği, geleceğimizi düşündüğü için hepimiz seviyorduk
öğretmenimizi. Küçüktük ama onun bu erdemlerinin farkındaydık.
Yoksa her gün o uzun yolu alır mıydık? Rüzgarda, karların arasında
bata çıka, soluk soluğa tırmanır mıydık o tepeyi? Kendi isteğimizle
geliyorduk okula. Gidip o soğuk ahırda donmamız için kimse
zorlamıyordu bizi. Okul öylesine soğuktu ki, birbirimizin yüzüne,
ellerine, elbisesine hohlasak, hohladığımız yer hemen buz tutuyordu.
Bazılarımız oturup Duyşen'i dinlerken ocağın yanında sırayla
ısınıyorduk.
O soğuk sabahların birinde (Ocak ayının son günleriydi) Duyşen her
zamanki gibi bizi almaya geldi. Sessizdi, düşünceliydi; kaşları
çatılmış, yüzü kararmış; demir gibi kaskatı kesilmişti. Hiç böyle
görmemiştik öğretmenimizi. İşin içinde bir iş olduğunu anladık,
sessizce ardından gittik onun.
Yoldaki kar tabakası kalınsa Duyşen önden giderdi hep; ben
Duyşen'in arkasından giderdim, öteki çocuklar da benim arkamdan
gelirlerdi. O sabah da önden gitti öğretmenimiz, geceleyin dağın
eteğine karlar yığılmıştı çünkü. Bir insanın sevinçli mi üzüntülü mü
olduğu arkasından bile belli olur bazen. O gün de öyle oldu:
öğretmenimizin kederli olduğunu hemen anladık. Başını önüne
eğmişti, zorlukla sürüyordu ayaklarını. O yürüyüşünü hala hatırlarım:
tek sıra olmuş, tepeyi tırmanırken Duyşen önümde, kamburu çıkmış,
siyah kaputuyla gidiyordu; yukardaki tepeler dinlenmek için çökmüş
develere benziyordu, rüzgar hörgüçlerinin tozunu alıyordu sanki;
yüksekte, çok yükseklerde, soğuk, beyaz gökte tek başına siyah bir
bulut sallanıyordu.
Sınıfa girip samanların üstüne oturduğumuz zaman, Duyşen her
sabah gidip yaptığı gibi ocağı yakmadı.
Ayağa kalkın, dedi bize. Kalktık.
Başlarınızı açın.
Kasketlerimizi çıkardık; o da çıkardı kasketini. Ne demek olduğunu
bilmiyorduk bunun. Kısık bir sesle:
Lenin öldü, dedi. Onun yası tutuluyor şimdi.
Sınıfımızı sessizlik kapladı. Okul, karların altına gömülmüştü
sanki. Duvarlardaki yarıklardan giren rüzgarın sesi duyuluyordu.
Sanki üstlerine kar tanecikleri düşüyormuş gibi hışırdayan samanların
sesi duyuluyordu.
Gürültülü şehirlerin sessizlikle örtüldüğü, yerleri sarsan fabrikaların
sustuğu, trenlerin raylar üstünde kalakaldığı o yaslı saatte, biz,
insanlar içinde küçücük insanlar, ufak bir topluluk, başımızda
öğretmenimizle, okul denilen o soğuk ahırda yas tuttuk.
Koluyla gözlerinin yaşını sildi Duyşen.
Ben Parti'ye yazılmaya gidiyorum, dedi. Üç gün sonra dönerim. O
üç gün, hatırladığım kış günleri içinde en korkunç olanlarıydı.
Tabiat, büyük bir insanın bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyordu
sanki. Rüzgar, yarların arasında uluyordu durmadan, tipi dinmiyordu,
kırağılar madeni bir sesle tınlıyordu... Tabiat azmıştı; rüzgar kaldırıp
kaldırıp yere vuruyordu karları.
Köyümüz, tepeleri kara bulutlarla örtülü dağların eteğinde sessizce
yatıyordu. İncecik dumanlar yükseliyordu bacalardan. İnsanlar
evlerinden dışarı çıkmıyorlardı. Üstelik, kurtlar da inmişti köye.
Gündüzleri yollarda dolaşıyor, geceleri evlere kadar sokulup güneş
doğuncaya kadar uluyorlardı.
Aklıma öğretmenimiz geldikçe üzülüyordum; hava öylesine soğuktu
ki...
Duyşen'in sırtında ise siyah kaputundan başka bir şey yoktu.
Geleceği gün, tedirginliğim daha da arttı. Kötü bir olayı sezmiştim
sanki.
Fırsat buldukça evden sıvışıyor, gözlerimi ıssız, karlı bozkıra
dikiyordum. Ama bir tek canlı varlık bile yoktu ortalıkta.
Ah, öğretmenim, neredesin? Yalvarırım, çabuk gel! Seni özledik,
öğretmenim. Duyuyor musun beni? Seni özledik! Ama bozkır cevap
bile vermiyordu bana. Nedendir bilmiyorum, sessizce ağlıyordum.
Sık sık evden çıkmam teyzemi kızdırmıştı. Yumruğunu sıkarak:
Ne diye öyle arada bir kapıya doğru koşuyorsun? diye bağırdı. Otur
oturduğun yerde, yününü eğir. Dışarda donup gebereceksin! Bir daha
çıktığını görürsem karışmam!
Hava kararmaya başlamıştı bile; Duyşen'in dönüp dönmediğini
bilmiyordum. Bu da çıldırtıyordu beni. Bir an, bugüne kadar hiç
gecikmediğine göre mutlaka dönmüştür, diyordum kendi kendime. Bir
an sonra kuşkuya kapılıyordum yine: Duyşen üzüntülüydü; aklı
başında değildi; ağır ağır güçlükle yürüyordu; ya bir de tipide yolunu
şaşırdıysa... Kendimi işe veremiyordum, parmaklarımın hepsi
başparmak kesilmişti sanki, yün durmadan kopuyordu. Yün koptukça
da teyzem küplere biniyordu:
Senin nen var bugün? Elin el değil, tahta! Sonunda sabrı tükendi:
İnce hastalıklar götürsün seni! Al şu torbayı, Saykal nineye bırak.
Sevinçle ayağa fırladım. Duyşen, Saykal ninenin evinde kalırdı.
Saykal'la kocası Kartanbay ana tarafından uzaktan akraba olurlardı
bana. Sık sık gider görürdüm onları, bazen gece yatısına bile kaldığım
olurdu. Teyzem bunu hatırladı belki; belki de ona bu sözleri Tanrı
söyletti.
İnsan kıtlıkta nasıl çavdardan bıkar, ben de öylesine bıktım senden!
Onlarda kal bu gece. Hadi defol, sabah olmadan da eve döneyim
deme!
Dışarı fırladım. Rüzgar, şamanlar gibi uluyordu bir an kesiliyor,
sonra avuç avuç kar fırlatıyordu adamın yüzüne. Torbayı koltuğumun
altına sıkıştırdım, karda taze at izlerini takip ederek köyün öteki ucuna
koştum. Kafamda bir tek düşünce vardı: Duyşen dönmüş müydü?
Dönmemişti. Öylesine soluk soluğa girdim ki eve, zavallı Saykal
ninemin ödü koptu.
Ne var? diye bağırdı. Niye o kadar koştun. Bir şey mi oldu?
Yok; bir şey yok. Torbanı getirdim. Bu gece burada kalayım mı?
Tabii, yavrum. Seni yaramaz, ödümü kopardın! Epeydir geldiğin
yoktu. Gel, ateşin önüne otur, donmuşsun.
Biraz et pişir de çocuğun karnını doyur, dedi Kartanbay. Duyşen de
nerdeyse gelir.
Pencerenin önüne oturmuş, çizmelerinin pençelerini yeniliyordu.
Şimdiye kadar çoktan gelmiş olması gerekirdi. Ama merak edecek
bir şey yok, gece olmadan gelir. Bizim ihtiyar katır eve dönüleceğini
anladı mı dörtnala koşmaya başlar.
Gece usul usul geldi, pencereye yerleşti. Yüreğim tetikteydi, dışarda
ne zaman bir köpek havlasa ya da biri konuşsa, çarpıntısı hemen
duruyordu. Duyşen'den hiç haber yoktu. Neyse ki, Saykal nine
konuşkandı, beklemek daha kolay oluyordu onun yanında.
Duyşen'i epeyce bekledik. Geceyarısı, Kartanbay yatmaya karar
verdi.
Yatakları ser bakalım, dedi Saykal nineye. Anlaşılan bu gece
gelmeyecek. Geç oldu artık. Memurların işleri başlarından aşkındır;
yarına kalmıştır Duyşen'in işi. Yoksa şimdiye kadar çoktan gelirdi.
Sonra yattı.
Ocağın arkasına, köşeye bir yatak da benim için serdiler. Ama
uyuyamadım. Kartanbay durmadan öksürüyor, dualar mırıldanarak bir
yandan bir yana dönüyordu.
Benim ihtiyar katır ne alemdedir acaba? diye mırıldanıyordu. Kimse
kimseye bedavadan bir tek saman çöpü vermiyor. Cebinde paran olsa
bile satın alacak çavdar bulamıyorsun...
Çok geçmeden uyudu. Şimdi de rüzgar uyutmuyordu beni. Çatıyı
sarsıyor, samanları hışırdatıyor, kaba eliyle camlara vuruyordu.
Duvarların arkasında karları yerden yere çaldığını duyuyordum.
Kartanbay, Duyşen'in iyi olduğunu, merak etmememizi söylemişti
gerçi; ama içim rahat değildi yine de. Öğretmenimi bekliyordum
karanlıkta, yalnız onu düşünüyordum... rüzgarlı, bembeyaz bozkırda
bir başınaydı şimdi. Dalmışım; ansızın irkilerek uyandım. Yerden
yükselen bir uluma gitti, göğe takılıp kaldı. Kurtlar! Bir tane değil, bir
sürü kurt. Birbirlerini çağırarak toplanıyorlardı. Sesleri birleşiyor,
rüzgara karışarak uzaklaşıyor, yaklaşıyordu. Zaman zaman kapının
önünden geliyordu ulumaları.
Saykal nine:
Tipi yüzünden uluyorlar, diye fısıldadı.
Kartanbay bir şey demedi önce; ulumaları dinliyordu.
Yok yok, birinin peşindeler. Ya bir adamın, ya da bir atın.
Dinleyin bakın... İnşallah Duyşen'in peşinde değillerdir. O sersem
delikanlı hiçbir şeyden korkmaz çünkü.
Heyecanla ayağa kalkıp kürklü ceketini giydi. Işığı yak kadın!
Çabuk ol!
Saykal'la ben, korkuyla fırladık. İhtiyar kadın bir an içinde
lambayı yaktı. Tam o sırada uluma kesildi, bir şey olmamış gibi
sessizliğe büründü her yer.
Allah kahretsin, saldırdılar! diye bağırdı Kartanbay.
Eline bir sopa geçirip kapıya fırladı; o anda köpekler havlamaya
başladı dışarda. Biri pencerenin önünden geçip kapıyı yumrukladı.
Odaya bir buhar bulutu girdi önce. Sonra Duyşen'i gördük. Soluk
soluğa içeri daldı; kül gibi olmuştu yüzü. Duvara koştu. Tüfek, dedi.
Ama biz, bir şey anlamayacak kadar heyecanlıydık. Gözlerim
karardı; iki ihtiyarın sisler arasında konuştuğunu duyar gibi oldum:
Kara koyun kurban olsun sana, ak koyun kurban olsun!
Sahiden sen misin bu?
Tüfek, diye tekrarladı Duyşen... Bir tüfek verin bana!Tüfeğimiz yok
ki... Nereye gidiyorsun?
Kartanbay da, Saykal da, Duyşen'e yapışmışlardı; bırakmak
istemiyorlardı onu.
Bir sopa verin öyleyse. İhtiyarlar yalvarmaya başladılar:
Bırakmayız seni. Biz sağ oldukça bir yere gidemezsin! Önce
bizi öldürür, sonra gidersin!
Ansızın dizlerimin bağı çözülüverdi; tek kelime bile söylemeden
yere yığıldım.
Kamçısını bir köşeye fırlatarak derin derin içini çekti Duyşen.
Tam da kapının önünde kıstırdılar beni, dedi. Katır dörtnala
gidiyordu, peşimize kurtlar düştü. Köye kadar geldi hayvancağız, az
ötede tökezleniverdi. Üstüne saldırdılar.
Kartanbay, Duyşen'i yatıştırmaya çalışarak:
Katıra aldırma; sen kurtuldun ya, ona bak, dedi. Katır
tökezlenmeseydi sen de kurtulamazdın... Tanrıma şükürler olsun.
Çıkar elbiselerini de ateşin önüne otur. Dur da çizmelerini çekeyim.
Kadın, yiyecek bir şeyler ısıt hadi.
Birlikte, ateşin önüne oturdular. Kartanbay içini çekerek:
Alınyazımızda bu da varmış, dedi. Yola niye bu kadar geç çıktın?
Toplantı sandığımdan da uzun sürdü. Parti'ye yazıldım. İyi. Ama yola
yarın sabah da çıkabilirdin. Seni sopayla kovalayan mı vardı?
Çocuklara, bugün döneceğime söz verdim, dedi Duyşen. Yarın sabah
okula gelecekler. Kartanbay öfkeli öfkeli söylenmeye başladı:
Serseme bak! Duyuyor musun, kadın, bak ne diyor... Bacak
kadar piçlere verdiği sözü tutmak için canını tehlikeye atmış! Nasıl,
beğendin mi? Ya canını kurtaramasaydın, o zaman ne olacaktı? Bırak
saçma saçma konuşmayı.
Benim işim bu, benim görevim. At için üzüldüm. Hep yayan
giderdim, keşke yine yayan gitseydim. Kalkıp atını aldım senin,
kurtlara parçalattım...
Aldırma. Canı cehenneme, dedi ihtiyar. Senin hayatını kurtardı ya,
ona bak! Bugüne kadar hep atım mı vardı sanki? Benim için üzülme
sen, ben başımın çaresine bakarım. İlerde, bakarsın bir at daha alırım.
Saykal ağlamaklı bir sesle:
Doğru söyledin, dedi. Bir at daha alırız... Al oğlum, soğutmadan ye
şunu.
Sustular. Kartanbay, ateşi karıştırarak, düşünceli düşünceli:
Seni anlamıyorum, Duyşen, dedi. Kafasız bir adam değilsin, hatta
akıllısın. Ne diye okulla çocuklarla uğraşıp duruyorsun? Daha iyi bir
iş mi yok dünyada? Gidip bir zenginin yanında çobanlık etsen bolluk
içinde yaşarsın...
Biliyorum, benim iyiliğimi istiyorsun. Ama bu çocuklar büyüyünce
senin benim gibi birer insan olsun istiyorsan okulun da, eğitimin de
gereği yok tabii. Ama devlet nasıl gelişir o zaman? Bütün güçlüklere
bunun için göğüs geriyorum işte. Daha iyi bir öğretmen olsaydım
başka bir şey istemezdim...
Onların konuşmalarını dinlerken uzaklardan, uzaklaştığım
yerlerden yavaş yavaş döndüm odaya. Önce bir düş gibi geldi bu.
Duyşen'in sağ salim karşımda olduğuna inanamadım. Sonra bahar
selleri gibi güçlü dayanılmaz bir sevinç dalgası kapladı gövdemi;
hıçkırdım. Kimseler benim kadar sevinemezdi. Her şey yok
oluvermişti birden: kerpiç kulübe, tipi, Kartanbay'ın tek atını
parçalayan kurtlar... Hepsi yok olmuştu! Kafamı, yüreğimi, bütün
gövdemi bir mutluluk kaplamıştı... inanılmaz, sonsuz, ışık gibi
ölçüsüz bir mutluluk.
Hıçkırıklarımı kimse duymasın istiyordum. Ama Duyşen duydu.
Ocağın arkasında ağlayan kim? diye sordu.
Altınay, dedi Saykal; çok korktu, ondan ağlıyor.Altınay burada mı?
Ayağa fırlayıp yanıma koştu. Duyşen. Diz çöktü; omuzlarıma
dokunarak:
Nen var, Altınay? Niye ağlıyorsun? dedi.
Duvara dönüp kendimi iyice bıraktım; hüngür hüngür ağlamaya
başladım.
Ağlama yavrum. Niye korktun öyle? Bak, koca bir kız oldun artık,
ağlamak hiç yakışmıyor sana... Yüzüme bak.
Boynuna sarıldım onun; göz yaşlarıyla ıslanmış ateş gibi yüzümü
yanaklarına bastırdım. Durmadan hıçkırıyordum. Sevinçten kendimi
tutamıyordum.
Kartanbay kilimin üstünden kalktı. Korkmuştu biraz.
Galiba yüreği yerinden oynadı bunun, dedi. Gel buraya kadın, birkaç
dua oku. Çabuk ol.
Hepsi çevremde dolanmaya başladı. Saykal büyülü sözler söyledi,
yüzüme soğuk su, sonra da sıcak su serpti. Göz yaşları benim
yaşlarıma karışıyordu.
Evet, anlatılmaz bir sevinç yüzünden yerinden oynamıştı yüreğim.
Duyşen yatağımın yanına oturdu, ben rahatlayıp uyuyuncaya kadar
ateş gibi alnımı okşadı soğuk elleriyle...
Kış dağların öteki yanına geçti. Bahar, mavi bulutlarını önüne
katmıştı bile. Eriyen karlarla kabarmış tepelerden, ılık rüzgarlar
esiyordu.
Toprağın taze süt kokusuna benzeyen güzel kokusunu taşıyorlardı.
Dağlardaki buzlar çözüldü, dereler gürül gürül akan, yollarındaki her
şeyi yıkan, türküleriyle yataklarını dolduran birer ırmak oldu.
Genç kızlığımın birinci baharıydı bu. O zamana kadar gördüğüm
baharların en güzeliydi. Bir dağa çıksanız, altınızda bahar
dünyalarının en sevimlisini görüyordunuz. Kollarını açmıştı bahar,
gümüş bir peçeteyle örtülmüş bozkıra yuvarlanıyordu. Uzaklarda,
kilometrelerce ötede, eriyen göllerin mavisi, atların kişnemesi,
kanatlarında beyaz bulutlar taşıyan leyleklerin uçuşu vardı. Nereden
geliyordu leylekler, hüzünlü sesleriyle nereye çağırıyorlardı insanı?
Baharın gelişiyle birlikte, hayat daha eğlenceli olmuştu. Yeni oyunlar
yaratıyor, yaşama sevinciyle gülüyor, okuldan çıkınca birbirimizi
kovalayarak eve koşuyorduk. Teyzem bu kadar sevinçli oluşuma
içerliyor, beni azarlamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu:
Oyun oynayacak yaşta mısın sersem? Evlenme vaktin bile geldi.
Senin yaşındaki kızların hepsi ev bark sahibi oldular, çoluk çocuğa
karıştılar. Bir de kendine bak... Bütün vaktini okulda geçiriyorsun.
Ama ben seni hale yola koymasını bilirim...
Doğrusu, teyzemin sözlerini ciddiye almıyordum. Onun bu
davranışlarına alışıktım zaten. Evlenecek yaşta da değildim; o bahar
boyum biraz daha uzamıştı sadece, o kadar.
Duyşen gülerek:
Sen daha çocuksun, derdi bana. Saçın başın karmakarışık.
Aldırmazdım bile. Kendi kendime:
Biraz daha büyüyüp gelin olunca, derdim, daha güzelleşeceğim.
Teyzem bile şaşacak güzelliğime. Duyşen, gözlerimin yıldızlar gibi
parladığını söylüyor. Yüzüm de temiz bir yüzmüş.
Bir gün, okuldan dönünce, avlumuza iki yabancı atın bağlanmış
olduğunu gördüm. Eyerlerine, koşumlarına bakılırsa, dağlardan
geliyordu atlar. Dağlılar, değirmene gelirken ya da pazardan dönerken
amcamla teyzeme uğrarlardı ara sıra.
Kapının önüne gelmiştim ki teyzemin kahkahasını duydum;
olduğum yerde kalakaldım.
Hadi, yüzün gülsün sevgili yeğenim, diyordu teyzem. Küçük
kumruyu avucunun içine alınca bana nasıl teşekkür edeceğini
bilemeyeceksin.
Sözleri başka seslerle, başka kahkahalarla kesildi. Ama ben içeri
girer girmez sustular. Kırmızı suratlı şişman bir adam oturuyordu
kilimin üstünde, önüne bir masa örtüsü serilmişti. Terli alnına
indirdiği kalpağının altından bir göz attı bana; sonra önüne bakarak
boğazını temizledi.
Teyzem yapay bir gülümsemeyle karşıladı beni.
Demek döndün canım kızım, dedi. İçeri gel yavrum. Amcam bir
başka adamın yanında oturuyordu... İskambil oynuyor, içki içiyor,
beşparmak yiyorlardı...
İkisi de sarhoştu, iskambil kağıtlarını yere attıkça başları
sallanıyordu. Kedimiz masa örtüsünün üstüne çıktı; ama şişman adam
öyle bir tokat attı ki zavallının başına, hayvancağız inleyerek
miyavladı, kaçıp bir köşeye saklandı. Zavallı kedi, canı nasıl yanmıştı!
Kaçmak istedim, ama nasıl kaçacağımı bilemedim. Neyse, teyzem
yardıma koştu.
Canım kızım, dedi. Tencerede yemek var, git de soğumadan karnını
doyur.
Sevindim. Ama teyzemin garip davranışı hoşuma gitmemişti, dikkat
kesildim:
Birkaç saat sonra adamlar kalkıp atlarına bindiler, dağlara doğru
uzaklaştılar. Teyzem yine bağırmaya başladı bana; biraz rahatladım.
Herhalde sarhoş olduğu için iyi davranmıştı, dedim.
Bu olaydan birkaç gün sonra, Saykal nine teyzemi görmeye geldi.
Avludaydım, ama ihtiyar kadının sözlerini duyabiliyordum. İyi
düşündün mü? diyordu Saykal nine. Kızcağızın hayatını
mahvedeceksin!
Öfkeli öfkeli bağırarak bir şeyler konuştular; Saykal evden çıktı.
Bana hem öfke, hem de acımayla bakarak, tek kelime bile söylemeden
gitti. O bakışı bütün keyfimi kaçırmıştı. Ona ne yapmıştım ki bana
öyle bakmıştı?
Ertesi sabah okula gidince Duyşen'in de keyifsiz olduğunu
gördüm. Üzüntüsünü saklamak istiyordu bizden, ama boşunaydı...
Benim yüzüme bakmaktan kaçındığı da dikkatimi çekti. Derslerden
sonra dışan çıkarken, beni çağırdı.
Dur, Altınay, dedi.
Elini omuzuma koyarak sevgiyle baktı bana.
Eve gitme. Gitmeni niye istemiyorum, biliyor musun, Altınay?
Damarlarımdaki kan ansızın donuvermişti sanki. Teyzemin
aklından geçenleri o anda anlayıverdim.
Ben konuşurum onlarla, dedi Duyşen. Sen şimdilik burada kal.
Yanımdan ayrılma.
Korkum yüzümden okunuyordu anlaşılan. İncecik parmaklarıyla
çenemden tuttu Duyşen, başımı kaldırdı. Her zamanki gibi
gülümseyerek gözlerimin içine baktı.
Korkma, Altınay, dedi. Ben yanındayken hiçbir şeyden korkma.
Okuluna devam et, derslerini yap, başka her şeyi unut. Ne kadar
korkak olduğunu biliyorum... Bak ne anlatacağım sana... Komik bir
şey hatırlamış gibi güldükten sonra devam etti:
O sabah biz hepimiz uykudayken Kartanbay nereye gitmiş biliyor
musun? Büyücü getirmeye! Caynak'ın ihtiyar karısını.
Döndüğünde, Niye getirdin onu, diye sordum. Biraz büyü yapsın,
Altınay'ın yüreği korkudan yerinden oynadı, diye cevap verdi. Kov
şu kocakarıyı, en aşağı bir koyun ister şimdi. O kadar zengin değiliz.
At da veremeyiz, bir katırımız vardı, onu da kurtlara yedirdik, dedim.
Sen o saatte uykudaydın. Kovdum gitti kocakarıyı. Kartanbay bir
hafta konuşmadı benimle. Küçük düşürmüşüm onu, öyle dedi. Ama
Saykal da, Kartanbay da iyi insanlar. Onlar kadar iyisine kolay kolay
rastlayamıyor insan. Hadi, artık eve gidelim, Altınay. Gel.
Cesur olmaya çalışıyordum; ama teyzem gelir de beni döve döve
götürür diye korkuyordum. Ellerinden kimse alamazdı beni. Bütün,
gece, fırtınanın patlamasını bekleyerek, gözümü bile kırpmadım.
Duyşen aklımdan geçenleri biliyordu tabii. Ertesi gün, dikkatimi başka
yere çekmek için belki, iki tane fidan getirdi okula. Dersler bittikten
sonra, elimden tutarak beni okulun arkasına götürdü. Esrarlı bir
havayla:
Yapılacak bir işimiz var, Altınay, dedi. Bu fidanları senin için
getirdim. Şimdi onları birlikte dikeceğiz. Onlar büyüyüp güçlendikçe
sen de büyüyüp güçlenecek, dünyanın en iyi kadını olacaksın. Temiz
bir yüreğin, sağlam bir kafan var. Bilgin olacaksın sen; evet adım gibi
biliyorum, bilgin olacaksın. Bu fidanlar da senin gibi genç, senin gibi
ince. Onları kendi ellerimizle dikelim, Altınay. Okumak sana
mutluluk getirsin, benim sevgili yıldızım...
Fidanlar benim boyumdaydı; mavimsi gövdeleri vardı. Onları tam
dikmiştik ki, incecik yapraklara dokunarak, hayat vererek bir rüzgar
esti dağlardan. Yapraklar titredi, kavaklar salındı... Gerileyerek,
sevinçle:
Bak, ne güzel! dedi Duyşen. Şu ilerdeki kaynaktan bir de su yolu
açarız buraya. Göreceksin, kocaman olacaklar! Bu tepede iki kardeş
gibi, yan yana duracaklar. İyi insanlar, onları uzaktan gördükçe
sevinecek. Hayat da daha değişik olacak o zaman, Altınay. Önümüzde
güzel günler var...
Duyşen'in temiz yürekliliği nasıl duygulandırmıştı beni... bunu
anlatacak kelimeleri şimdi bile bulamıyorum. Oracıkta durup
öğretmenime baktım. Yepyeni gözlerle baktım ona; yüzünün soylu
güzelliği, gözlerinin temiz bakışı beni büyülemişti, ellerinin gücünü
yeni görüyordum sanki... sanki gülümseyişi ilk olarak ısıtıyordu içimi.
Sıcak bir dalga yükseliyordu göğsümden, o güne kadar bilmediğim
duygular sarmıştı gövdemi. Ona yaklaşmak istiyordum.
Öğretmenim, bu kadar iyi olduğun için teşekkür ederim sana... Seni
kucaklamak, öpmek geliyor içimden, demek istiyordum.
Ama bunu yapacak cesaretim yoktu; o sözleri yüksek sesle
söylemeye utanıyordum. Söylesem daha iyi olacaktı belki...
Dağların yeni yeşermiş eteklerinden yükselen o tepede, durgun, mavi
göğün altında kendi düşlerimize daldık. Üzüntülerimi bir yana
atmıştım. Ertesi günü düşünmüyordum bile; iki gündür eve gittiğim
yoktu... yine de, teyzemin beni aramamasına şaşmıyordum. Belki
beni unutmuşlardır, diyordum... kim bilir, benimle uğraşmamaya karar
vermişlerdi belki. Evet, bu düşünceler tedirgin etmiyordu beni artık;
ama Duyşen'i ediyordu.
Köye dönerken:
Üzülme, Altınay, bir yolunu buluruz, dedi. Öbür gün rapor vermeye
gideceğim yine. Senden de söz açarım. Belki şehre, okula yollatırım
seni.
Gitmek ister miydin?
Ben senin sözünden çıkmam, öğretmenim.
Şehrin nasıl bir yer olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu; ama
Duyşen'in beni şehre göndermek istemesi, yeni düşler kurmama yetti
de arttı bile. Başka bir şey düşünemiyordum artık. Bazen korkudan
ölecek gibi oluyor, bazen gitmeye can atıyordum.
Ertesi gün okulda, dersler boyunca hayal kurdum: şehirde kiminle
kalacaktım, nasıl yaşayacaktım orada? Birisi yatacak bir yer verseydi
bana, her şeyi yapardım... odun kırar, su getirir, çamaşır yıkar, evet,
her şeyi yapardım.
Dışardaki at sesleri beni kendime getirdi. Öyle hızlı koşuyordu ki
atlar, sanki okulu yerle bir edip geçeceklerdi. Hepimiz irkilerek ayağa
kalktık, kulak kesildik.
Duyşen, aceleyle...
Siz işinize bakın, aldırmayın, dedi.
Kapı büyük bir hızla açıldı. Eşikte teyzem duruyordu. Sinsi yüzünde
kötü, karanlık bir hava vardı.
Duyşen kapının yanına gitti.Ne istiyorsun? diye sordu.
Ne istediğim seni ilgilendirmez. Kızımı evlendireceğim. Gel
buraya, piç!
Üstüme yürümek istedi, ama Duyşen yolunu kesti onun. Büyük bir
rahatlıkla, heyecanlanmadan:
Burada yalnız öğrenciler var, dedi. Evlenme çağına gelmiş
kimse yok.
Görürüz bakalım. Yakalayın şu piçi. Dışarı çıkarın. Atlılardan birine
işaret etti. O gün gördüğüm kalpaklı adamdı bu. Onunla birlikte öteki
iki adam da atlarından indiler.
Duyşen olduğu yerde duruyordu.
Şişman adam saldırmaya hazırlanan bir ayı gibi Duyşen'in üstüne
yürüdü.
Seni evsiz barksız serseri, diye homurdandı. Kızlarımız senden mi
emir alacak? Çekil yolumdan!
Duyşen kollarını gererek kapıda duruyordu hala.Buraya girmeye
hakkınız yok. Burası okul, dedi. Teyzem:
Ben dememiş miydim, benim piçi baştan çıkarmış! diye bağırdı.
Şişman adam:
Tükürürüm şimdi okulunun içine! diye uludu. Mosmor kesilmişti.
Elindeki kamçıyı salladı.
Ama daha atik davranmıştı Duyşen. Bir tekme attı adamın karnına.
Adam inleyerek yere yığıldı. Ötekiler bir anda öğretmenimizin üstüne
saldırdılar. Bağırarak yanıma sığındı çocuklar. Eteğime yapışmış
öğrencilerle birlikte adamların üstüne atıldım.
Bırakın öğretmenimizi! Vurmayın ona! İşte ben buradayım. Beni
götürün, ama öğretmenimize vurmayın! diye bağırdım.
Duyşen döndü. Burnundan oluk gibi kan boşanıyordu. Yüzü öfkeden
korkutucu bir hale gelmişti. Kırılmış kapının tahtalarından birini
geçirdi eline, sallayarak:
Evlerinize gidin çocuklar. Altınay, kaç! diye bağırdı.
Bağırması çığlığa döndü kısa zamanda. Kolu kırılmıştı. Sağlam
eliyle kırık kolunu tutarak geriledi; İki adam Duyşen'in üstüne boğalar
gibi saldırdılar.
Vur! Vur! Kafasına vur! Gebert!
Kırmızı suratlı haydutla teyzem beni yakaladılar. Saçımdaki
kurdeleyi boğazıma geçirerek dışarı sürüklediler beni. Bütün gücümle
karşı koydum, kurtulmaya çalıştım. Sınıf arkadaşlarım bir köşeye
kümelenmişler, korkuyla bakıyorlardı bana; ağızları açıktı, ama
bağırmıyorlardı. Duyşen kanlar içinde, duvarın dibine yığılmıştı.
Öğretmenim!
Ama Duyşen artık yardım edemezdi bana. Ayakta bile duramıyordu.
Yumrukların altında, sarhoşlar gibi sallanıyordu. Başını kaldırmak
istedi; yeniden yeniden vurdular ona. Beni yere fırlattılar; ellerimi
bağlamışlardı. O anda Duyşen de kendinden geçti.
Öğretmenim!
Ağzımı tıkayıp bir eyerin üstüne attılar beni.
Kırmızı suratlı adam, daha önce binmişti ata. Elleriyle, gövdesiyle
beni eziyordu. Öteki adamlar da atlarına atladılar. Teyzem, kafama
vurarak, yanımda koşuyor, bağırıyordu:
Sen istedin bunu! Neyse, artık kurtuluyorum senden! Öğretmeninin
de sonu geldi!
Ama sonu gelmemişti Duyşen'in. Ansızın, umutsuz çığlığını duydum
onun:
Altınay!
Güçlükle arkama baktım. Duyşen peşimizden koşuyordu. Her yanı
kana bulanmıştı; kocaman bir taş geçirmişti eline... peşimizden
koşuyordu. Bütün sınıf, hıçkırarak, haykırarak onu takip ediyordu.
Durun haydutlar! Durun! Bırakın onu! Altınay! diye bağırıyordu
Duyşen.
Atlılar durdu. Duyşen'i dövmüş olan iki adam, çevresinde dönmeye
başladılar onun. Kırılmış kolunu dişleriyle kaldırdı Duyşen, taşı
fırlattı.
Boşa gitmişti. İki adam sopalarıyla Duyşen'e vurdular. Öğretmenimiz
yere düştü. Çocukların, Duyşen'in üstüne kapaklandıklarını, korkuyla
kalakaldıklarını görebildim ancak. Bayılmışım.
Beni nasıl götürdüler, nereye götürdüler bilmiyorum. Garip bir
çadırda buldum kendimi. Gecenin son yıldızları, çadırın tepesindeki
delikten durgun durgun parlıyordu. Solmak üzereydiler. Yakınlarda
bir ırmağın akışını, çobanların seslerini duyuyordum. Buruşuk yüzlü
bir kadın, kara bir mangalın önüne çökmüştü: Yüzü toprak gibi
karaydı.
Döndüm. Ah, bakışımla öldürebilseydim şu adamı!
Kırmızı suratlı adam:
Hey, kadın, diye seslendi. Uyandır şunu artık.
Kara kadın yanıma yaklaştı; sert, nasırlı eliyle omuzumu kavradı,
sarstı. Söyle, aklını başına alsın, dedi adam. Karşı koyarsa üsteleme.
Ben ona yapacağımı bilirim.
Çadırdan çıktı. Kara kadın yere çömeldi yine, tek kelime bile
söylemedi. Kim bilir, belki de dilsizdi. Soğuk küller gibi ölü olan
gözleri, anlamsız anlamsız bakıyordu. Terbiye edilen köpekler vardır
hani... sahipleri, ellerine ne geçerse kafalarına indirirler hayvanların;
onlar da buna alışırlar, ama bakışlarına bir anlamsızlık gelir...
gözlerine baktıkça titrer insan. Kadının cansız gözlerine baktım da,
ölüyüm, yerin altında gömülüyüm sandım. Irmağın sesi olmasaydı ölü
olduğuma gerçekten inanacaktım. Sular ne güzel çağıldıyordu...
gürültüyle akıyorlardı. Özgürdüler.
Kötü ruhun Tanrı'nın laneti altında inlesin, teyze! Göz yaşlarımda,
kanımda boğulsun! O gece kızlığımı elimden aldılar. On beş
yaşındaydım daha. Bunu yapan adamın çocuklarından da küçüktüm.
Üçüncü gece, kaçmayı aklıma koydum. Yollarda beni bekleyen
tehlikelere aldırmıyordum; yakalansam bile ne çıkardı... öğretmenim
Duyşen gibi, soluğum kesilinceye kadar karşı koyardım onlara.
Sürüne sürüne, sessizce ilerledim çadırda. Dışarı çıkacaktım ki, girişi
örten çadır bezinin bağlı olduğunu gördüm. Çözemedim. Kenarlara
baktım; onlar da yere çakılı sopalara sımsıkı bağlanmıştı.
Tek çare elime keskin bir şey geçirip ipleri kesmekti. Karanlıkta
küçük bir tahta parçası geçti elime. Umutsuzca yeri kazmaya
başladım.
Çadır bezinin altından geçecektim. İmkansız bir şeydi bu; ama artık
doğru dürüst düşünemiyordum ki... Sadece bir tek düşünce vardı
kafamda: çıkmak ya da ölmek. O adamın horultusunu duymak
istemiyordum bir daha; orada tutsak kalmak istemiyordum. Ölürsem
dövüşerek ölürüm, özgür ölürüm, diyordum. Onlara boyun
eğmeyecektim.
Orospunun biriydim artık. Ah, nasıl tiksiniyorum bu kelimeden!
Kumaydım. Hangi kokuşmuş, çürümüş çağda yaratmışlardı bu
kumalığı?
Kim yaratmıştı? Kuma olmaktan, insanın ruhuyla, bedeniyle tutsak
olmasından daha küçültücü şey var mı dünyada? Zavallı kadınlar,
mezarlarınızdan kalkın! Kızlıkları ellerinden zorla alınmış kadınların,
aşağılanmış kadınların ruhları, kalkın! Kalkın, kötü dünyaları, pis
dünyaları titretin! Ben çağırıyorum sizi, ben, sonuncunuz! Ben,
başkaldıran kuma!
Bugün bunları söyleyebileceğim aklımdan bile geçmiyordu o
gece. Umutsuzluk içinde yeri kazdıkça kazdım. Toprak sertti, kolay
kazılmıyordu. Kırık tırnaklarımla, kanayan tırnaklarımla kazdım.
Ancak kollarımın geçebileceği büyüklükte bir çukur kazmıştım ki,
şafak söktü. Köpekler havlamaya başladı. Herkes uyandı. Atlar
ırmağın karşı kıyısına geçti, uykulu koyunlar geldi. Biri, çadırın
iplerini çözmeye başladı dışardan. Yere çakılı sopaları söktü. Kara
kadındı bu.
Anlaşılan gitmeye hazırlanıyorlardı. Ansızın, bir gün önce
konuşulanlar geldi aklıma: bu sabah yola çıkıp geçiti aşacaklar, yazı
geçirmek için dağlara çıkacaklardı. Umutsuzluğum arttı. Oradan
kaçmak yüz kere daha zor olacaktı.
Kazdığım çukurun yanından uzaklaşmayı düşünmedim bile. Ne
faydası vardı bunun? Kara kadın çukuru, çukurun yanındaki toprak
yığınını gördü, ama ağzını açıp da tek kelime bile söylemedi, işine
devam etti. Bütün davranışlarında bir kayıtsızlık vardı. Sanki dünyada
hiçbir şey ilgilendirmiyordu onu. Kocasını bile uyandırmadı. Ortalığı
toplamak için yardım istemedi ondan. Adam, kat kat yorganların
kürklerin altında horlayarak tıpkı bir ayı gibi yatıyordu.
Her şey derlenip toparlandı. Ben bir kafes içindeydim sanki; ırmağın
karşı kıyısında atlarını, arabalarını yükleyen insanlara bakıyordum.
Üç atlı gördüm birdenbire; birisine bir şeyler sorduktan sonra bizim
çadıra doğru gelmeye başladılar. Önce, eşyaların taşınmasına yardım
edecekler sandım; ama daha dikkatli bakınca irkildim. İçlerinden biri
Duyşen'di; ötekiler ise kırmızı üniformalı iki jandarmaydı. Öylesine
şaşırmıştım ki, ağzımı bile açamıyordum. Öğretmenim sağdı demek!
Ne güzel! Ama kara bir boşluk vardı içimde: bitmiştim, kirlenmiştim.
Duyşen'in başı sarılıydı; kolu askıya alınmıştı. Yere atlayıp doğru
çadıra koştu. Kırmızı suratlı, horlayan haydutun üstünden bütün
yorganları çekip aldı.
Kalk ayağa! diye bağırdı.
Adam başını kaldırıp gözlerini oğuşturdu; üstüne saldırmak istedi
Duyşen'in, ama jandarmaların tabancalarını görünce çekindi. Duyşen
yakasından tutarak ayağa kaldırdı onu; hızla kendisine çekerek yüzünü
onun yüzüne yaklaştırdı.
Kanı çekilmiş dudaklarının arasından:
Haydut domuz, diye fısıldadı. Hak ettiğin yere gideceksin şimdi.
Yürü.
Adam ileriye doğru bir adım atmak istedi; ama Duyşen parmaklarını
yağlı omuzuna geçirdi onun... Adamı tuttuğu gibi savurdu. Öfkeyle
bakarak:
Bu kızı ezilmiş, çiğnenmiş bir ot gibi mi görüyorsun? diye bağırdı.
Onun hayatını mahvettiğini mi sanıyorsun? Hayır, korkak köpek,
mahvetmedin. Senin günün geçti; gün onun günü! Sonun geldi artık!
Kırmızı suratlı adamın çizmelerini giymesine izin verdiler; sonra
ellerini bağlayıp bir ata bindirdiler onu. Jandarmalardan biri, atın
yularından tutuyordu. Öteki arkadaydı. Ben Duyşen'in atına bindim;
öğretmenim yanımda yürüyordu.
Biz tam yola çıkmıştık ki, bir çığlık koptu arkamızdan; öyle bir
çığlıktı ki bu, bir insanın çıkarmasına imkan yoktu. Kara kadın
bağırarak arkamızdan koşmaya başlamıştı. Çılgın gibi, kocasının
üstüne atıldı, elindeki taşla kalpağına vurdu.
Sesinin olanca gücüyle:
Al, bu emdiğin kanlar için! diye bağırdı. Köpek! Bu da kara
günlerim için! Seni sağ bırakmayacağım!
Evlilik yılları boyunca bir kere bile başkaldırmamıştı belki. Bütün
kini, bütün hıncı şimdi ortaya çıkıyordu. Kulakları parçalayan
çığlıkları, dar boğazda, kayalarda yankılanıyordu. Eyerin üstünde
korkudan sinmiş kocasının üstüne saldırdı; gübre, taş, çamur fırlattı.
Bir yandan da bağıra bağıra ileniyordu:
Dilerim bastığın yerde ot bitmesin! Ölün ortalarda kalsın, gözlerini
kuzgunlar oysun! Suratını bir daha görmek kısmet olmasın bana!
Defol, köpek, defol, defol!.
Bir an soluk aldıktan sonra saçları rüzgarda uçuşarak, bağıra bağıra
uzaklaştı.
Bir kabus gibiydi bu. Başım dönüyordu; ezilmiştim, yıkılmıştım.
Duyşen atımı yularından tutmuş götürüyordu. Sarılı başını önüne
eğmiş, sessizce yürüyordu.
Sonunda o kötü boğazı arkamızda bıraktık. Askerler epey
uzaklaşmıştı bizden. Duyşen atı durdurdu, gözlerinde acıyla yüzüme
baktı. İlk bakışıydı bu.
Sana kötülük ettim, seni koruyamadım, Altınay, dedi. Bağışla beni.
Elimi tutup yanağına bastırdı.
Sen bağışlasan bile ben kendimi bağışlamayacağım.
Atın yelesine kapanıp hıçkırmaya başladım. Duyşen yanımda
duruyor, tek kelime söylemeden saçlarımı okşuyordu. Ağlamama
engel olmaya kalkmıyordu.
Sonunda: Gel, Altınay, gidelim, dedi. Bir şey söyleyeceğim sana. İki
gün önce kasabaya indim. Şehre, okumaya gideceksin.
Gürül gürül akan duru bir derenin yanına geldik.
Duyşen durdu. Cebinden bir kalıp sabun çıkararak:
Yüzünü yıka, Altınay, dedi. Al şunu, sabunları. İstersen atı otlamaya
götüreyim... sen de elbiselerini çıkarıp bir güzel yıkan. Başından
geçenlerin hepsini unut. Bir daha da hatırlama. Yüz, Altınay, kendine
gelirsin.
Tamam mı?
Başımı salladım. Duyşen uzaklaşınca, elbiselerimi çıkarıp suya
girdim. Dipteki beyaz, mavi, yeşil, kırmızı çakıllar bana bakıyorlardı.
Mavi su, bir anda ayak bileklerimi sardı. Avuçlarıma biraz su alıp
göğsüme çarptım. Ürperdim. Üç gündür ilk kez güldüm. Ne güzel
şeydi gülmek! Yeniden, yeniden su çarptım gövdeme, sonra dereye
daldım. Akıntı hemen sığ yerlere götürdü beni. Ayağa kalkıp
köpüklerin arasına atladım yine.
Ah, dere, diye fısıldadım, şu üç günün bütün kirini, bütün kötülüğünü
götür gövdemden... Kendin gibi temiz yap beni.
Bizim için değerli anılar taşıyan yerlerde ayak izlerimiz niye silinir?
Niye kalmaz? Duyşen'le birlikte indiğimiz o dağ yolunu
bulabilseydim, kendimi yere atar, öğretmenimin ayak izlerini öperdim.
O dağ yolu, dünyanın bütün yollarından daha değerlidir benim için. O
güne, o yola, beni ışığa, taze umutlara götüren o dağ yoluna şükürler
olsun... O gün parıldayan güneşe, toprağa şükürler olsun...
İki gün sonra, Duyşen istasyona götürdü beni. Başıma gelenlerden
sonra artık köyde kalmak istemiyordum. Yeni hayatım yeni bir yerde
başlamalıydı. Saykal'la Kartanbay yolculuğa hazırladılar beni.
Üstüme titrediler, bol bol yemek yedirdiler, çocuklar gibi ağladılar.
Komşuların çoğu güle güle demeye geldi. Huysuz Satımkul bile geldi.
Herkes gitmemi hoş görüyordu.
Satımkul:
Tanrı yardımcın olsun yavrum, dedi. Yolun açık olsun. Korkma,
öğretmeninin dediklerini yap; her şeyi başarırısın. Sen nasıl istersen
öyle düşün, ama biz de dünyayı daha iyi anlamaya başladık.
Sınıf arkadaşlarım arabanın arkasından koşup uzun uzun el salladılar...
Benimle birlikte birkaç çocuk daha gidiyordu Taşkent'deki çocuklar
yurduna. Deri ceketli bir Rus kadın istasyonda bizi bekliyordu.
Sonraları, kavakların gölgelediği o istasyondan birçok kere geçtim!
Yüreğimin yarısını orada bırakmışım galiba! O bahar akşamının
leylak rengi aydınlığında öyle hüzünlü, öyle yürek paralayıcı bir şey
vardı ki... Alacakaranlık bile ayrılacağımızı biliyordu sanki. Duyşen
üzüntülü olduğunu göstermek istemiyordu; ama ben ne kadar üzgün
olduğunu biliyordum onun. Aynı sıcak şey gelip benim boğazıma da
tıkanmıştı. Gözlerimin içine bakarak duruyordu öğretmenim; saçımı,
yüzümü, hatta ceketimin düğmelerini okşuyordu.
Elimden gelse seni bırakmazdım, Altınay, ama sana engel olmaya
hakkım yok. Okumalısın. Bilirsin, ben de pek öyle okumuş biri
değilim. Gitmelisin, senin için en iyisi bu... Günün birinde sahici bir
öğretmen olursun belki, okulumuzu hatırlar, belki de gülersin. En iyisi
bu, en iyisi bu...
Uzaklardan, trenin boğazda yankılanan düdüğü duyuldu; ışıkları
göründü. Bekleyenler kıpırdanmaya başladılar.
Sesi titreyerek:
Biraz sonra gideceksin, dedi Duyşen. Mutlu ol, Altınay. Çalış, çok
çalış. Önemli olan çalışmaktır.
Konuşamıyordum; yaşlar tıkamıştı beni. Duyşen gözlerimi sildi:
Ağlama, Altınay. Sonra birden hatırladı:
Seninle diktiğimiz o kavaklar var ya, onlara kendi ellerimle
bakacağım. Önemli bir insan olarak köye döndüğünde o kavakların ne
kadar güzel olduklarını göreceksin. Tren istasyona girmişti.
Duyşen kollarının arasına aldı beni, alnımdan öptü.
Artık ayrılıyoruz. Talihin açık olsun. Güle güle bir tanem...
Korkma, her zaman cesur ol...
Basamaklara atlayıp omuzumun üstünden baktım. O anı hiç
unutmayacağım. Duyşen, bir kolu askıda, yaşlı gözlerle bakıyordu
bana. Bir daha dokunmak istermiş gibi eğilmişti... tren hareket etti.
Güle güle, Altınay! Güle güle, parıldayan ışığım, diye bağırdı.
Hoşça kal, öğretmenim! Hoşça kal benim sevgili öğretmenim! Duyşen trenin
yanı sıra koşmaya başladı. Geride kalınca daha da hızlandı.
Altınay! diye bağırdı.
Sesinde öyle bir acelecilik vardı ki, söylemek istediği çok önemli bir
şeyi ansızın hatırlamış gibiydi. Geç kalmıştı artık; geç kaldığını kendi
de biliyordu. Çok derinlerden, içinin derinliklerinden kopup gelen o
ses hala kulaklarımdadır.
Tren bir tünele girdi, sonra düzlüğe çıktı; hızlanarak Kazak
ovalarından yeni hayatıma götürdü beni...
Hoşça kal, öğretmenim; hoşça kal ilkokulum, çocukluğum; ilk
sevgim, hoşça kal...
Duyşen'in düşlerindeki büyük şehirde yaşadım, bize anlattığı
geniş pencereli okullardan birinde okudum. Ortaokulu bitirdikten
sonra, bir enstitüye yazılmak için Moskova'ya gönderdiler beni.
O uzun öğrencilik yıllarında ne güçlükler çıktı karşıma... bu
kadar bilgiyi öğrenemeyeceğim diye zaman zaman umutsuzluğa
kapıldım. Ama bırakmadım okumayı, bırakmaya cesaret edemedim,
ilk öğretmenime çok şeyler borçluydum. En güç zamanlarımda bile
onu düşünmek yeni bir tutku verdi bana. Başkalarının bir kerede
kavradıkları şeyleri ben uzun uzun çalışarak anlayabiliyordum. Her
şeye en baştan başlamıştım.
Orta okuldayken, Duyşen'e bir mektup yazmış, onu sevdiğimi,
beklediğimi bildirmiştim. Cevap vermedi. Ben de bir daha yazmadım.
Çalışmalarımı sürdürebilmem için kendisini de, beni de bu
mutluluktan yoksun bırakıyordu galiba. Belki de haklıydı... Yoksa
başka bir sebep mi vardı? O sıralarda aklımdan geçen kuşkuları,
çektiğim acıları kimse bilemez!
İlk derecemi Moskova'da, tezimi verdikten sonra aldım. Benim için
büyük, önemli bir zaferdi bu. Durmadan çalıştığım için köyüme bir
kerecik bile gidemedim. Sonra savaş patladı. O yıl, güz aylarından
birinde, Frunze'ye giderken Duyşen'den ayrıldığım küçük istasyonda
indim. Şansım varmış: köyümüze bir araba gidiyormuş. Ancak şimdi,
o kötü savaş günlerinde gidebiliyordum sevgili köyüme. Değişen
ovada yeni köyler, ekilmiş tarlalar, bilmediğim yollar, köprüler
gördükçe seviniyordum; ama savaş, sevincimi gölgeliyordu.
Köye yaklaşırken tepeden tırnağa bir heyecan kapladı beni. Uzaktan,
yeni sokakları, evleri, bahçeleri seçmeye çalıştım bir süre; sonra,
eskiden okulumuzun bulunduğu tepeye baktım. İki kavak yan yana
duruyordu. Onları görünce soluğum kesilir gibi oldu. Meltemde
hafif hafif salınıyorlardı. Hayatımda ilk kez kendi adıyla seslendim
ona; öğretmenim demedim.
Duyşen, diye fısıldadım. Benim için yaptıklarına teşekkür ederim,
Duyşen! Beni hiç aklından çıkarmadın demek... sözünü tuttun...
Gözlerim yaşardı.
Arabacı merakla:
Neyiniz var, diye sordu. Bir şeyim yok. Bu köyden kimseyi tanır
mısınız?
Tabii. Herkesi tanırım.
Duyşen'i de tanır mısınız? Eskiden öğretmenlik ederdi.
Duyşen mi? Askere gitti... Onu askerlik şubesine ben götürdüm.
Bu arabayla. Beni orada bırakmasını söyledim genç arabacıya. Ne
yapacaktım? Ev ev dolaşıp beni hatırlayanları mı ziyaret edecektim?
Böyle bir zamanda yapamazdım bunu. Duyşen uzaklardaydı,
savaşıyordu. Üstelik teyzemle amcamın evine adım atmamaya da
yemin etmiştim. İnsan birçok şeyi bağışlayabilir, ama onların
yaptıklarını bağışlamak elde mi? Köye döndüğümü bilmelerini bile
istemiyordum. Arabadan inince tepeye, kavakların yanına tırmandım.
Ah, kavaklarım benim, güzel kavaklarım! Bir zamanlar incecik
fidanlardınız siz... ne sular aktı köprülerin altından! Sizi diken, sizi
büyüten insanın bütün dedikleri doğru çıktı! Neden öyle hüzünle,
yasla mırıldanıyorsunuz? Yazın geçtiğine mi yanıyorsunuz yoksa;
soğuk rüzgarlar yapraklarınızı koparıyor, ona mı üzülüyorsunuz?
Yoksa gövdeleriniz, halkımızın kederiyle, acısıyla mı inliyor?
Evet, kış gelecek, soğuk geceler, tipiler göreceksiniz; ama sonra
bahara kavuşacaksınız yine...
Uzun zaman kaldım orada; sararan yaprakların hışırtısını dinledim.
Ağaçların dibindeki su yolu yeni temizlenmişti; suların üstünde sarı
yapraklar yüzüyordu. Oradan, yapılmakta olan yeni okulun çatısını
görebiliyordum. Tepedeki eski okulun ise hiç izi kalmamıştı...
Yola indim; karşıma çıkan ilk arabaya atlayıp istasyona gittim.
Savaş bitti, zafer kazanıldı. Çocuklar, kitaplarını babalarının harita
çantalarıyla götürmeye başladılar okula. Kocalar cepheden dönüp
erkek işlerini yapmaktan kurtardılar kadınları. Dulların gözlerinde yaş
kalmamıştı artık, yalnızlıklarına alıştılar. Sevdiklerinin yollarını hala
gözleyenler de vardı.
Ben de Duyşen'den hiç haber alamamıştım. Kurkuru'dan gelenler
kayıp listesinde olduğunu söylüyorlardı onun; köy Sovyetine öyle
haber gelmişti.
Belki de ölmüştür, diyorlardı. Aradan uzun zaman geçti, ondan hala
bir haber yok.
Demek öğretmenim dönmeyecekti. Birbirimizden ayrıldığımız gün
demek son olarak görmüştüm onu...
Şaşıyorum: yüreğimde ne kadar acı, ne kadar hüzün birikmiş.
Hayatımın eski sayfalarına baktıkça anlıyorum bunu.
1946 güzünün sonlarında, bilimsel bir görevle Tomsk Üniversitesi'ne
gönderildim. Sibirya'yı ilk geçişimdi. Güzün çok kederli görünüyordu
Sibirya. Yüzyıllık ormanlar, koyu bir duvar gibi geçiyordu
yanımızdan.
Aradaki açıklıklarda, bacalarından incecik dumanlar tüten kara damlı
kulübeler vardı. Soğuk, ıssız tarlalara ilk kar yağmıştı. Kargalar
bağırarak uçuşup duruyorlardı. Hava çoğu kez kapalıydı.
Ama trende hiç canım sıkılmadı. Yol arkadaşlarımdan biri, savaşta
yaralanmış koltuk değnekli bir adam, askerdeyken başından geçmiş
eğlenceli olayları anlattı bize. Anlattığı komik, iğneli, zararsız,
gerçeğe dayanan hikayeler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Herkes
adama ısınıvermişti. Novosibirsk'i geçince, tren bir makas başında
durdu. Adamın son anlattığı fıkraya gülerek pencereden dışarı
bakıyordum.
Hareket ettik, makasçının küçük kulübesinin önünden geçiyorduk ki,
ansızın irkildim. Az kalsın bayılacaktım. Yüzümü pencereye dayadım.
Duyşen'i görmüştüm, oradaydı! Elinde küçük bir bayrak, aşağıda
duruyordu. Aklımı kaçırıyorum sandım.
Sesimin olanca gücüyle:Durun! diye bağırdım.
Ne yapacağımı bilmeden kompartımandan fırladım, koridorun ucuna
kadar koştum. Gözüme ilişen imdat kolunu çektim.
Vagonlar birbirine çarptı. Lokomotif bir anda durdu. Bavullar düştü;
kadınlar çığlık atmaya, çocuklar ağlamaya başladı. Biri:
Tren bir adama çarptı! diye bağırdı.
Ben sahanlığa çıkmıştım bile. Hiçbir şeye aldırmadan yere atlayıp
Duyşen'e, makasçının kulübesine doğru koştum. Kondüktörlerin
düdükleri duyuluyordu arkamdan. Yolcular da yere atlamış, peşimden
koşuyorlardı.
Treni boydan boya geçtim. Duyşen de bana doğru koşuyordu artık.
Duyşen! Öğretmenim! diye bağırdım. Duyşen'di bu, tabii Duyşen'di;
yüz onun yüzü, gözler onun gözleriydi. Biraz yaşlanmış, bıyık
bırakmıştı.
Kazakça:
Bir şey mi oldu kardeş? diye sordu. Yanılıyorsunuz. Ben makasçıyım.
Adım Beynu.
Beynu mu?
Acıdan, umutsuzluktan, utançtan bağırmamak için dişlerimi sıktım.
Ne yapmıştım? Ellerimle yüzümü kapayıp başımı önüme eğdim. Yer
yarılsaydı da içine girseydim keşke! Kendilerini korkuttuğum için
yolculardan özür dilemeliydim... makasçıdan da. Ama ağzımı bile
açamıyordum. Yolcular da bir tuhaf olmuşlardı, garip bir sessizlik
içindeydi hepsi. Bana kızacaklar, söylenecekler sanıyordum. Hiçbiri
konuşmuyordu. O büyülü sessizliği bir kadının hıçkırıkları bozdu:
Zavallıcık, ya kocası ya da kardeşi sandı makasçıyı! Herkes kendine
geldi.
Biri, derinlerden gelen bir sesle: Yazık, diye mırıldandı.
Bir kadın sesi titreyerek:
Savaşta neler olmadı ki, başımızdan neler geçmedi ki, dedi. Makasçı
ellerimi yüzümden çekti:
Gidelim. Sizi kompartımanınıza kadar götüreyim. Hava gittikçe
soğuyor. Bir koluma o, bir koluma da tanımadığım bir adam girdi.
Gidelim yoldaş, dedi adam. Seni anlıyoruz. Yol açtılar. Bir cenaze
törenindeydim sanki... sanki kocam ölmüştü de herkes benim acımı
paylaşıyordu. Yolcular arkamızda, ağır ağır yürüdük. Trenin
yanındakiler de sessizce bu törene katıldılar. Biri bir şal attı
omuzlarıma. Koltuk değnekli adam, hemen arkamda yürüyordu. Ara
sıra yanıma yaklaşıyor, üzüntüyle yüzüme bakıyordu.
Bu neşeli, temiz yürekli, korkusuz adam nedense kasketini başından
çıkarmıştı. Galiba ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. Ağır ağır trenin
yanında yürüdük. Vızıldayan, ıslık çalan telgraf tellerinde bir cenaze
marşının seslerini duyuyordum.
Bir daha göremeyeceğim onu.
Kompartımana girerken, şeftiren önümü kesti. Öfkeliydi; parmağını
sallayarak, bağıra bağıra sorumluluklardan, cezalardan söz açtı.
Kendimi savunmak için tek kelime bile söylemedim. Hiçbir şeye
aldırmıyordum. Bir kağıt tutuşturdu elime, gösterdiği yeri imzalamamı
söyledi. Ama uzattığı kalemi tutamayacak kadar güçsüzdüm.
Koltuk değnekli adam, kağıdı kaparak:
Rahat bırak onu! diye bağırdı şeftirene. Ver, ben imzalayayım. İmdat
kolunu ben çektim. Sorumluluğu da ben üstüme alıyorum. Kaybettiği
zamanı kazanmak için, Sibirya'da, eski Rus toprakları üstünde hızla
gitmeye başladı tren. Biri gitar çalıyordu; gitarın sesi, büyük bir hüzün
katıyordu geceye. Kocaları ölmüş Rus kadınlarını anlatan o parçayı,
savaştan sonra acı bir karşılaşmanın anısı olarak yüreğimde taşıdım...
Yıllar geçti. Gelecek, irili ufaklı dertleriyle önümüzdeydi. Sonraları
evlendim. Kocam iyi bir insan. Çocuklarımız, mutlu bir yuvamız var.
Felsefe doktoramı verdim. Birçok yolculuklar ettim. Birçok ülkeler
gördüm. Ama Kurkuru'ya dönmedim bir daha. Kendime göre
sebeplerim, özürlerim vardı. Köyümle olan bağlarım kötü bağlar,
bağışlanmaz bağlar. Geçmişi unutmadım. Unutabilir miyim hiç? Ama
ondan uzaklaştım.
Aklıma dağlardaki o dereler geliyor. Yeni bir yol yapılmış, kaynağa
çıkan o eski yol unutulmuş. Yolcular su içmek için artık tırmanmıyor
o yolu. Kaynağın kenarlarını otlar, çalılar bürümüş. Yakında izi bile
kalmaz.
Sıcak bir günde birinin aklına gelir belki, ana yoldan sapıp
susuzluğunu gidermek için onu arar. Yanına varır, çalıları aralayarak
kaynağa eğilir... derin, kıpırtısız suyun duruluğuna şaşar. İçinde
kendini görür, güneşi, gökyüzünü, dağları görür. Böyle bir yeri
unutmuş olmanın acısını duyar, kaynaktan arkadaşlarına söz açmaya
karar verir. Ama çok geçmez, unutulur.
Ara sıra böyle şeyler de oluyor hayatta. Kim bilir, belki de böyle
olmalı...
Kurkuru'ya son gelişimde bunları düşündüm.
Ansızın gitmem sizi şaşırtmıştır tabii. Bunları oradakilere anlatamaz
mıydım diyeceksiniz. Anlatamazdım. Kendimden öyle utanıyordum
ki, bir an önce gitmeye karar verdim. Duyşen'i göremeyeceğimi, onun
gözlerinin içine bakamayacağımı biliyordum. Kendimi toparlamam,
her şeyi rahat bir kafayla yeni baştan düşünmem gerekiyordu. Bunu
yalnız Kurkuru'lulara değil, bütün insanlara anlatmalıydım.
Beni utandıran bir başka sebep daha vardı: o toplantının en önemli
kişisi ben değildim aslında, onur yeri bana verilmemeliydi. O onur
yeri ilk öğretmenimizin, köyümüzün ilk sosyalisti olan Duyşen'indi.
Herkesten çok o hak etmişti onur yerini. Öyle olmadı. Biz yiyip
içerken, o, altın yürekli adam, telgraflarımızı getiriyordu dörtnala;
sonra da dağıtımı tamamlamaya gitti.
Kurkuru'lu gençler, Duyşen'in ne kadar iyi bir öğretmen olduğunu
bilmezler. Yaşlıların çoğu hayatta değil. Duyşen'in öğrencilerinin
çoğu da savaşta öldü.
Onun için, bizden sonraki kuşaklara öğretmen Duyşen'i anlatmak
görevini ben yükleniyorum. Benim yerimde kim olsa böyle yapardı.
Ama Kurkuru'ya gitmemiştim bir daha, Duyşen'den haber
alamamıştım, yüzü, müzenin sessizliğinde saklanan değerli bir
kabartma olmuştu benim için.
Gidip öğretmenimi göreceğim, sorularına cevap vereceğim onun;
beni bağışlamasını dileyeceğim.
Moskova'da işimi bitirdikten sonra Kurkuru'ya dönüp yeni okula
Duyşen'in adını vermelerini isteyeceğim. Evet, Duyşen'in, kolhozun
bir üyesinin, postacının... Sizin de beni desteklemenizi istiyorum.
Yalvarırım, destekleyin beni.
Şimdi gecenin biri. Balkonda durup şehir ışıklarının denizine
bakarken, Kurkuru'ya dönüp öğretmenimi göreceğimi, onun beyaz
sakalını öpeceğimi düşünüyorum...
Pencerelerimi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya.
Yeni resmim için çizdiğim desenlere mavimsi, solgun loşlukta, göz
atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan, yeni baştan başlamıştım
çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha. Asıl şeyi
bulamadım. Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek, düşünerek,
düşünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin içimde kalacağını
sanırım hep...
Yine de, bitmemiş resmimden söz açmak istiyorum size. Yardımınızı
istiyorum. Anlamışsınızdır tabii, resmi köyümüzün ilk öğretmenine,
ilk sosyalistine; yaşlı Duyşen'e adayacağım.
Ama bilmiyorum, bu savaşçının hayatını, o hayatta önemli bir yer
tutan amaçları, tutkuları renklerle verebilir miyim... Bu dolu bardağı
taşırmamalıyım; sizlere, çağdaşlarıma taşırmadan verebilmeliyim
onu. Ama nasıl yapacağım? Yalnız kendi düşüncelerimi yansıtmak
istemiyorum; ortak bir yaratıcılıkla yapmalıyım resmimi. Ama nasıl
yapacağım?
Bu resmi mutlaka yapmalıyım, güçsüzüm, kuşkular içindeyim, ama
yapmalıyım.
Umutsuzluğa kapılıyorum. Düşünüyorum da, ressam olmak bin bir
güçlükle karşılaştırıyor insanı. Acı bir şey bu. Bazen kendimi öyle
güçlü buluyorum ki, bıraksalar dağları bile delebilirim! O zaman
şunları söylüyorum kendi kendime: incele, çalış, seç. Duyşen'le
Altınay'ın kavaklarını, onları çiz. En tepedeki dallara çıkmış,
esrarengiz uzaklıklara büyülenmiş gibi bakan yalınayak bir çocuğun
resmini çiz.
SON