CORPORATE
ÖÄžRETMEN DUYÅžEN
Cengiz AYTMATOV
Penceremi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya. Yeni
resmim için çizdiÄŸim desenlere mavimsi, solgun loÅŸlukta göz
atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baÅŸtan, yeni baÅŸtan
baÅŸlamıştım çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha.
Asıl ÅŸeyi, duru yaz ÅŸafakları gibi ansızın, karşı konmaz bir biçimde
çıkıp geliveren, insanın içinde esrarengiz, kavranılmaz izler bırakan o
güçlü ÅŸeyi bulamadım. AÄŸaran gecede odayı adımlıyorum, düÅŸünerek,
düÅŸünerek, düÅŸünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin sadece
içimde kalacağını sanırım hep.
BitmemiÅŸ resimlerimden en yakın arkadaÅŸlarıma bile söz açmam.
Eserlerimi korkunç bir kıskançlıkla koruduÄŸum için deÄŸil, beÅŸiÄŸinde
yatan bir bebeÄŸin büyüyünce nasıl bir insan olacağını kestirmek zor
olduÄŸu için. BitmemiÅŸ bir resim hakkında yargıya varmak da o kadar
zordur. Ama bu kuralı bir kerecik bozacağım; bitirmediğim bu resim
hakkındaki düÅŸüncelerimi herkes duysun, bütün insanlar paylaÅŸsın
istiyorum.
Özenti deÄŸil bu. BaÅŸka türlü davranamam bunun altından yalnız
başıma kalkamam çünkü. Beni yakalayan, fırçamı elime aldıran
öykü öylesine sarsıcı ki, bu öykünün yükünü taşıyamayacağım artık.
Elimde aÄŸzına kadar dolu bir bardak var sanki; içindekini dökmekten
korkuyorum. Onun için, insanlar beni aydınlatsın, bana yardım etsin,
benim yanımda yer alsın, duygularımı paylaşsın istiyorum.
Yaklaşın, yüreklerinizin sıcaklığını esirgemeyin benden, bu
öyküyü anlatmak benim görevim...
Bizim Kurkuru köyü, daÄŸların eteÄŸinde, yarlardan gelen bir sürü
küçük derenin suladığı bir düzlüktedir. Altında Sarı Vadi uzanır,
uçsuz bucaksız bir Kazak ovası. KaradaÄŸlar'la çevrelenmiÅŸtir; batıya
giden demiryolunun koyu çizgisi, ovayı ikiye böler.
Köyün arkasındaki tepede, iki tane uzun kavak aÄŸacı vardır. Kendimi
bildiÄŸimden beri oradadır o kavaklar. Kurkuru'ya hangi yönden
gelirseniz gelin, ilk olarak, tepede birer iÅŸaret kulesi gibi duran o
kavakları görürsünüz. Duygularımı açık seçik anlatamıyorum,
çocukluk anıları çok deÄŸerli olduÄŸu için belki, belki de geçimini resim
yapmaya baÄŸlayan bir sanatçı olduÄŸum için ama ne zaman trenden
inip köye yollansam, gözlerim ufukta o sevgili kavakları arar. Uzaktan
göremem onları; ama hep görür gibi, dokunur gibi olurum.
Uzaklardan Kurkuru'ya dönerken, hep aynı hüzünlü duyguyu
taşımışımdır içimde:
Acaba kavaklarımı görebilecek miyim? Dönebilecek miyim evime?
Bütün istediÄŸim, o tepeye tırmanmak, çok uzun zaman aÄŸaçların
altında durmak, yaprakların hışırtısını dinlemek...
Birçok aÄŸaç var köyümüzde, ama o kavaklar baÅŸkadır. Ayrı bir
dilleri, ayrı, ezgili bir canları var onların. Gece olsun, gündüz olsun,
ne zaman gelirseniz gelin, onların bitmek bilmeyen bir hışırtıyla, bir
mırıltıyla salındıklarını görürsünüz.
Sonradan, yıllar sonra, kavakların sırrını çözdüm. Bir tepede
oldukları için bütün rüzgarları alıyorlardı, en hafif meltem bile
yapraklarını sallıyordu onların.
Bu basit gerçeÄŸi anlamam, hiç mi hiç hayal kırıklığına uÄŸratmadı
beni; onlara karşı takındığım çocuksu davranışımdan da etmedi. O
davranışımı bugüne kadar sürdürdüm. Tepedeki o kavak aÄŸaçlarını
hala canlı birer varlık olarak düÅŸünüyorum. ÇocukluÄŸumu orada,
onların ayaklarında bıraktım, yeÅŸil, büyülü bir camın kırıkları gibi...
Yaz tatili baÅŸlamadan önce, okulun son günü, bağırarak, çığlıklar
atarak tepeyi tırmanır, kuÅŸ yuvası aramaya çıkardık. O iki dev,
sallanarak, mırıltıyla sanki gölgelerine çağırırdı bizi. Ama biz,
yalınayak yumurcaklar, dallara tırmanır, kuÅŸların ülkesini altüst
ederdik. KuÅŸlar ötüÅŸerek havalanır, tepemizde dönmeye baÅŸlarlardı.
Ama aldırmazdık bile. Ä°çimizde en gözüpekin, en cesurun kim
olduÄŸunu anlamak için tırmanır, tırmanırdık. Derken, güzel bir ışık
dünyası, geniÅŸ bir dünya açılırdı önümüzde... büyülü bir dünya.
Çarpıcı bir yanı vardı o geniÅŸliÄŸin.
KuÅŸ yuvası aramayı unutarak hepimiz birer dala tüner, hiç
kıpırdamadan, sanki soluk bile almadan aÅŸağıya bakardık. Dünyanın
en büyük yapısı sandığımız ahır bile, kolhozun ahırı bile, küçük bir
kulübe gibi görünürdü. Parıltılı bir kavrukluk içinde yüzen bozkır
uzanırdı köyün ötesinde. Mavimsi uzaklıklara bakınca, daha önce hiç
görmediÄŸimiz topraklar, gümüÅŸ sicimler gibi uzayan dereler görürdük.
Dallara tutunarak düÅŸüncelere dalardık: dünyanın sonu muydu burası,
yoksa bu gördüklerimizin ötesinde bizim göÄŸümüze, bulutlarımıza,
derelerimize benzeyen baÅŸka gökler, bulutlar, dereler var mıydı?
Büyülü sesini dinlerdik rüzgarın; hışırdayan yapraklar, mavimsi
sislerin ötesindeki esrarengiz ülkeleri anlatırdı bize.
O ülkeleri gözümün önüne getirmeye çalışırdım, kulağıma
yaprakların hışırtısı geldikçe, yüreÄŸim korkudan, heyecandan güm
güm atmaya baÅŸlardı. Åžimdi aklıma geliyor: o kavakları kimin
diktiÄŸini hiç mi hiç düÅŸünmemiÅŸim o zamanlar. O bilinmeyen insan,
fidanların köklerini topraÄŸa yerleÅŸtirirken ne hayaller kurmuÅŸ kimbilir,
onlara ne umutlarla bakmış, boy atmalarını hangi duygularla
gözlemiÅŸ?..
Köylüler, kavakların bulunduÄŸu o tepeye DuyÅŸen'in Okulu
derlerdi. Neden öyle derlerdi, bilmiyorum. Hatırlıyorum, atını arayan
bir adam, yoldan geçen birine:
Doru bir at gördün mü buralarda? diye sormuÅŸtu. Cevabını da
hatırlıyorum:
Dün gece DuyÅŸen'in okulunda birkaç at otluyordu. Belki senin doru
at da oradadır.
Biz çocuklar da hiç düÅŸünmeden, büyüklere özenerek DuyÅŸen'in
okulu derdik tepeye.
Hadi, DuyÅŸen'in okuluna gidip serçeleri korkutalım... Söylenenlere
bakılırsa, eskiden bir okul varmış bu tepede. Ama izi bile kalmamıştı
artık. Okulun izlerini çok aradım çocukken, bulamadım. Sonraları,
çıplak bir tepeye DuyÅŸen'in okulu denmesi garibime gitmeye baÅŸladı;
köyün ihtiyarlarına DuyÅŸen'in kim olduÄŸunu sordum.
Ä°çlerinden biri, omuzlarını silkerek:
DuyÅŸen mi? dedi. Hala yaşıyor. Eskiden Komsomol üyesiydi. O
tepede eski bir kulübe vardı, DuyÅŸen okul yaptı orayı. Çocuklara
okuma yazma öÄŸretti. Okul da ne okuldu ya; adını bile etmeye
deÄŸmez! Evet, garip günlerdi o günler. Bir atı yelesinden tutup da
ayağını üzengiye geçirdin miydi, kendi kendinin efendisi sayılırdın.
DuyÅŸen de öyle yaptı. Çılgınca bir düÅŸünce saplanmıştı kafasına; o
düÅŸünceyi gerçekleÅŸtirdi. Okulunun bir taşı bile kalmadı ÅŸimdi, ama
tepeye verilen ad hala yaşıyor. O günlerden kalan da sadece bu...
Duyşen'i pek tanımıyordum bile; uzun boylu, iri kemikli bir ihtiyar
olarak hatırlıyorum onu; iğne gibi kaşları vardı. Evi, derenin karşı
kıyısındaydı. Görevi, kolhozdaki arklardan suyun akışını
denetlemekti; günlerini tarlalarda geçirirdi hep. Ara sıra, atının eyerine
koca bir ÅŸilte baÄŸlamış, sokaktan geçerdi; atı da kendi kendisinin
efendisi gibiydi.
Yıllar sonra, DuyÅŸen'in köyün postacısı olduÄŸunu söyledi biri.
Hatırladıklarım bu kadar iÅŸte. O günlerde, Komsomol üyesi denildi
miydi, hareketli, konuÅŸkan, her toplantıda kalkıp düÅŸüncelerini
açıklayan, gazeteye beleÅŸçiler, hırsızlar hakkında yazılar yazan bir
delikanlı, bir yiÄŸit gelirdi gözümün önüne. Bu sakallı, uysal
ihtiyarın bir Komsomol üyesi olabileceÄŸini aklım almazdı, üstelik,
birazcık okuma yazma bilen bu adamın bir zamanlar öÄŸretmenlik
ettiÄŸini düÅŸündükçe daha da ÅŸaşırırdım. DoÄŸrusu istenirse, onun
öÄŸretmenliÄŸinin, köyü saran palavralardan biri olduÄŸunu sanırdım.
Yanılmışım...
Geçen sonbaharda köyden bir telgraf aldım... Kolhozdakiler, kendi
elleriyle kurdukları yeni okulun açılış törenine çağırıyorlardı beni.
Gitmeye karar verdim; köyümüzde böyle büyük bir güne nasıl olur da
katılmazdım? Hatta törenden birkaç gün önce gittim.
DolaÅŸmak, doÄŸduÄŸum, büyüdüÄŸüm yerlerin resmini yapmak
istiyordum. Söylediklerine göre, üniversitede öÄŸretim üyesi bulunan
Süleymanova'yı da çağırmışlar. Köyde birkaç gün geçirdikten sonra
Moskova'ya gidecekmiÅŸ.
Bu deÄŸerli kadının, daha çocukken köyümüzden ayrıldığını
biliyordum.
Ben de ÅŸehirde karşılaÅŸmıştım onunla. Orta yaşını geçmiÅŸ, parlak,
siyah saçlarına ak düÅŸmüÅŸ, heykel gibi bir kadındı. Üniversitede
kürsüsü vardı; felsefe dersleri veriyor, sık sık baÅŸka ülkelere yolculuk
ediyordu.
İşi başından aşkındı. Yakından tanıyamamıştım onu. Ne zaman
karşılaÅŸsak köyden bir haber olup olmadığını sorar, yeni resimlerim
hakkında hiç deÄŸilse birkaç kelime söylerdi. Bir gün cesaretimi
toplayıp: Altınay Süleymanova, neden köyünüze gidip biraz
kalmıyorsunuz orada? diye sormuÅŸtum. Sizinle övünüyorlar,
başarılarınızı duymuşlar.
Kurkuru'ya artık hiç gitmediÄŸiniz için kendilerini küçümsediÄŸinizi
sanıyorlar. Gülümseyerek: Evet, günün birinde Kurkuru'ya
gitmeliyim tabii, diye cevap vermişti. Yıllardır gitmedim oraya... gidip
görmek istiyorum. Köyde hiç akrabam yok, ama ne çıkar?.. Yakında
giderim, Kurkuru'yu özledim Tören baÅŸlamak üzereydi ki, Altınay
Süleymanova çıkageldi. Yeni okulu dolduran köylüler, onun geldiÄŸini
görür görmez dışarı fırladılar.
Dostu yabancısı, genci ihtiyarı, hepsi onun elini sıkmak istiyordu.
Altınay böyle bir karşılanma beklemiyordu galiba; sanırım biraz
heyecanlandı. Sahneye kurulmuÅŸ masaya doÄŸru yürürken, ellerini
göÄŸsüne bastırıp saÄŸa sola selamlar verdi.
Herhalde hayatında birçok toplantıya, birçok törene katılmıştı
Altınay, herkesten yakın, sıcak bir ilgi görmüÅŸtü; ama köy okulunda
karşılanması öylesine içtendi ki, gözleri yaÅŸardı.
KonuÅŸmalardan sonra, Genç Öncüler'den bir topluluk, ona bir demet
çiçek, bir de kırmızı Genç Öncüler kurdelesi verdi, onur defterinin
ilk sayfasına bir şeyler yazmasını istedi. Sonra, son derece eğlenceli
bir oyun oynadı çocuklar. Oyun bitince, baÅŸöÄŸretmen, herkesin yerini
almasını rica etti.
Köylüler de, konuklar da, Altınay'ı el üstünde tutuyorlardı. En güzel
halılarla döÅŸeli onur yerini verdiler ona; kendisini ne kadar
sevdiklerini, ne kadar saydıklarını belirtmek için büyük yakınlık
gösterdiler.
Böyle toplantılarda hep olduÄŸu gibi, herkes bir ağızdan konuÅŸuyor,
kadeh kaldırıyordu; gürültülü, neÅŸeli bir toplantıydı.
Köyün delikanlılarından biri gelip bir tomar telgraf verdi
baÅŸöÄŸretmene.
Eski öÄŸrenciler çekmiÅŸti bu telgrafları; yeni okul için kolhozdaki
köylüleri kutluyorlardı. Telgraflar elden ele dolaÅŸtırıldı. BaÅŸöÄŸretmen,
delikanlıya:
Bu telgrafları ihtiyar Duyşen mi getirdi? diye sordu.
Evet. Toplantı bitmeden önce herkes telgrafları okuyabilsin diye atını
dörtnala koÅŸturmuÅŸ. Yorgunluktan bitmiÅŸ.
Niye dışarda duruyor? Söyle de gelsin içeri.
DuyÅŸen'i çağırmak için dışarı çıktı delikanlı. Yanımda oturan
Altınay, tedirgin olmuştu; aklına bir şey gelmişti sanki. Hangi
DuyÅŸen'in sözünü ettiklerini sordu. Ansızın bir gariplik çökmüÅŸtü
üstüne.
Postacı Duyşen. Tanır mısınız onu?
Belli belirsiz başını salladı, masadan kalkmak üzere doÄŸruldu; o
sırada bir atlı geçti pencerenin önünden. Delikanlı odaya girip
DuyÅŸen'in gittiÄŸini söyledi:
Gelemezmiş. İşi varmış, dağıtım yapacakmış.
Yapsın bakalım, diye homurdandı biri. Onu tutan mı var?
Gelir, ihtiyarlarla oturur sonra.
Ah, bizim DuyÅŸen'i bilmezsiniz siz! Her ÅŸeyden önce iÅŸini
düÅŸünür o. Ä°ÅŸini bitirmeden içi rahat etmez.
Evet, garip bir adam. SavaÅŸtan sonra, hastaneden çıkınca
Ukrayna'da kaldı bir süre. Kurkuru'ya beÅŸ yıl önce döndü. Burada
ölmek istiyormuÅŸ. Tek başına yaşıyor; hiç evlenmemiÅŸ...
BaÅŸöÄŸretmen:
Ä°çeri gelmediÄŸine üzüldüm, dedi. Neyse... zararı yok. Köyün en
saygıdeğer adamlarından biri, kadehini kaldırarak:
Yoldaşlar, dedi, hatırlarsınız, eskiden hepimiz Duyşen'in
okuluna gitmiÅŸtik. Ama kendisi alfabeyi bile sökemezdi.
Yüzünü buruÅŸturarak başını salladı sonra. Hem ÅŸaÅŸkın, hem de alaylı
bir hava vardı sesinde.
Onun sözlerine katılanlar çıktı: DoÄŸru söylüyorsun.
Herkes gülmeye baÅŸladı.
Doğru tabii. Neler yapmaya kalkmadı Duyşen. Biz de kalkıp
öÄŸretmen yerine koyduk onu!
Kahkahalar kesildikten sonra kadehini yeniden kaldırdı:
Bakın, günümüzün insanı ne kadar deÄŸiÅŸik! Altınay Süleymanova
üniversitede öÄŸretim üyesi; adı bütün ülkede biliniyor. AÅŸağı yukarı
hepimiz ortaokulu bitirdik; çocuÄŸumuz liseyi bile okudu.
Bugün yeni bir ortaokul açtık köyümüzde; sadece bu bile
hayatımızın ne kadar deÄŸiÅŸtiÄŸini gösterir. Dilerim, Kurkuru'lu
delikanlılar, Kurkuru'lu kızlar, çaÄŸlarının en okumuÅŸ insanları olsunlar
ilerde! Hadi, bunun için içelim.
Herkes kadehini kaldırdı; toplantı gürültülü, neÅŸeli bir havaya
büründü yine. Sadece Altınay keyifsizdi; bir tek yudum aldı
şarabından.
Ama herkes gülüp eÄŸleniyordu, kimse bunun farkına varmadı.
Durmadan saatine bakıyordu Altınay. Bir süre sonra, temiz hava
almak için herkes dışarı çıktığı zaman, onun ötekilerden ayrılmış
olduÄŸunu gördüm. Sararmış kavakların meltemde hafifçe salındığı
tepeye dikmiÅŸti gözlerini. GüneÅŸ, bozkırın mor, sisli çizgisiyle göÄŸün
birleştiği yerde batıyordu. Solan ışığı, kavakların tepelerini soğuk,
acılı bir mora boyamıştı.
Altınay'ın yanına gittim.
Yaprakları dökülüyor. Ama onları bir de baharda göreceksiniz. Ä°çini
çekerek:
Ben de bunu düÅŸünüyordum ÅŸimdi, dedi.
Bir süre sustuktan sonra, kendi kendine konuÅŸur gibi ekledi.Evet,
her canlının bir baharı, bir güzü vardır.
YaÅŸlanmakta olan yüzü düÅŸünceliydi, kederliydi. Kadınsı bir
piÅŸmanlıkla bakıyordu aÄŸaçlara. Artık bir öÄŸretim üyesi yoktu ortada;
kolay sevinen, kolay üzülen, aklı bir ÅŸeye ermeyen, alıştığımız bir
Kırgız kadını vardı. GençliÄŸinin anılarına dalmıştı; hani türkülerde
söylenir: en yüce tepeden bile çağırsanız artık size dönmeyecek olan
gençliÄŸin anılarına öyle ayakta durmuÅŸ, kavaklara bakarken bir ÅŸey
söylemek istedi bana, ama vazgeçti, elinde tuttuÄŸu gözlüÄŸü gözüne
götürdü.
Moskova treni saat on birde geçiyor galiba, dedi.
Evet.
Öyleyse yavaÅŸ yavaÅŸ istasyona yollanayım ben.
Niye acele ediyorsunuz? diye sordum. Birkaç gün kalacaktınız hani?
Sizi kolay kolay bırakmazlar.
Moskova'da acele bir iÅŸim var. Bir an önce gitmeliyim.
Gitmeyi aklına koymuÅŸtu bir kere; hiçbir ÅŸey onu yolundan
döndüremezdi artık.
Hava gittikçe kararıyordu. Hayal kırıklığına uÄŸramış köylüler,
konuklarını otomobile kadar geçirdiler; daha uzun, hiç olmazsa bir
hafta kalmak üzere, yine geleceÄŸine söz aldılar ondan. Ben de
Altınay'la birlikte istasyona gittim.
Niye bu kadar acele etti, diye düÅŸünüyordum. Ä°nsanın kendi
köylülerini kırması saçma bir ÅŸeydi... Üstelik böyle bir günde. Bu
davranışının sebebini soracaktım, cesaret edemedim. Onu incitmekten
korktuÄŸum için deÄŸil... nasıl olsa bana da bir ÅŸey söylemeyeceÄŸi için.
DüÅŸünceye dalmıştı; istasyona kadar aÄŸzını bile açmadı.
Sonunda kendimi toparlayarak sordum:
Bir ÅŸeye üzüldünüz. Sizi istemeyerek kırdık mı yoksa? Birine mi
kızdınız?
Daha neler! Kime kızayım? Kızsam kızsam kendime kızarım. Evet,
kendime kızdım.
BaÅŸka bir ÅŸey söylemeden Moskova'ya gitti.
Åžehre dönüÅŸümden birkaç gün sonra, Altınay'dan bir mektup
aldım. DüÅŸündüÄŸünden daha çok kalacağını yazıyordu Moskova'da;
mektup ÅŸöyle devam ediyordu:
Moskova'da hemen yapılması gereken önemli iÅŸlerim var, ama size
bu uzun mektubu yazabilmek için hepsini bir yana bıraktım. EÄŸer
anlattıklarımı ilgi çekici bulursanız, yayımlanması için belki bir yol
gösterebilirsiniz bana. Yalnız Kurkuru köylüleri için istiyorum. Bu
karara varmadan önce uzun uzun düÅŸündüm. Ä°nsanlara içimi
açıyorum iÅŸte. Yazdıklarımı ne kadar çok insan okursa, içim o kadar
rahatlayacak. Beni kırmaktan, incitmekten çekinmeyin. Ne
düÅŸünüyorsanız yazın bana.
Mektubun bende bıraktığı etki öylesine büyüleyiciydi ki, günlerce
baÅŸka bir ÅŸey düÅŸünemedim. Yapılacak en iyi ÅŸeyin, olayları Altınay'ın
ağzından anlatmak olacağına karar verdim sonunda.
1924 yılıydı. Evet, 1924'dü...
Åžimdi kolhoz olan yer, yoksul köylülerin yaÅŸadığı küçük bir köydü
o zamanlar. Ben on dört yaşındaydım; ölmüÅŸ babamın amca oÄŸlunun
evinde oturuyordum. Annem de ölmüÅŸtü.
O güz, zengin çiftçiler kışı geçirmek üzere koyunlarını alıp daÄŸlara
çıktıktan sonra, köyümüze bir yabancı geldi. Sırtında bir kaput vardı
yabancının. Kaputu çok iyi hatırlıyorum: siyahtı çünkü. DaÄŸlar
arasına sıkışıp kalmış köyümüze kaputlu bir yabancının gelmesi epey
heyecan uyandırdı.
Önce, onun orduda komutanlık yapmış olduÄŸu söylentisi yayıldı;
sonradan anladık ki, komutan filan deÄŸilmiÅŸ... yıllar önce, herkesin aç
kaldığı bir kış, demiryolunda çalışmak üzere köyden ayrılan, sonra da
kendisinden hiçbir haber alınmayan TaÅŸtanbeg'in oÄŸluymuÅŸ.
DuyÅŸen'miÅŸ adı; söylediÄŸine göre, okul kurmak, çocuklara okuma
yazma öÄŸretmek için gönderilmiÅŸ.
Okul nedir, kimse bilmiyordu köyde. Kimsenin kafasında okul diye
bir kavram yoktu. Onun için DuyÅŸen'in sözlerini pek ciddiye
almadılar. Onun köye geliÅŸinden kısa bir süre sonra, herkes toplantıya
çaÄŸrılmasaydı, ciddiye alacakları da yoktu.
Amcam toplantıya gitmek istemedi önce.
Ne zaman insanın işi başından aşkın olursa o zaman toplantıya
çağırıyorlar! dedi.
Ama ihtiyar atını eyerleyip kurula kurula yola koyuldu. Ben de,
komÅŸuların çocuklarıyla birlikte, arkasından gittim onun. Toplantıların
yapıldığı küçük tepeyi soluk soluÄŸa tırmandığımızda, siyah kaputlu,
soluk yüzlü delikanlının köylülerle konuÅŸmakta olduÄŸunu gördük.
Söylediklerini pek duyamıyorduk; yaklaÅŸtık. Sırtına koyun postundan,
eski bir ceket geçirmiÅŸ çok ihtiyar bir adam, DuyÅŸen in sözünü kesti:
Dinle oÄŸlum eskiden çocuklarımıza her ÅŸeyi mollalar öÄŸretirdi.
Babanı hepimiz biliriz. O da bizim gibi yoksulun biriydi.
Hızlı hızlı konuşuyordu ihtiyar:
Şimdi biz şunu bilmek istiyoruz: sen nasıl oldu da molla oldun?
DuyÅŸen:
Ben molla deÄŸilim aksakal, diye cevap verdi. Ben Komsomol
üyesiyim. Mollaların yerini öÄŸretmenler aldı artık. Askerdeyken
okuma yazma öÄŸrendim. Zaten daha önce de okula gitmiÅŸtim. Benim
mollalığım bu kadar.
O zaman baÅŸka..
Beni buraya Komsomol gönderdi. Çocuklarınıza okuma yazma
öÄŸreteyim diye. Bir yere ihtiyacımız var. Tepedeki ÅŸu eski ahırı, sizin
de yardımınızla, okul yapmak istiyoruz. Ne dersiniz?
Hemen cevap vermek istemediler ona. Bu yabancının kim olduğunu
bilmiyorlardı ki... DuyÅŸen'in dediklerine karşı çıkan Satımkul,
sessizliÄŸi bozdu... Eyerine yaslanıp diÅŸlerinin arasından tükürerek,
konuşmaları dikkatle dinlemişti.
Gözlerini kısarak DuyÅŸen'e baktı. Bakmıyordu da niÅŸan alıyordu
sanki.
Dur, o kadar acele etme delikanlı, dedi. Önce söyle bakalım: okulu
ne yapacağız biz?
Duyşen şaşırmıştı.
Okulu ne mi yapacaksınız? diye tekrarladı.
Evet, doÄŸru söylüyor diye bağırdı, okulu ne yapacağız?
Herkes bir ağızdan konuÅŸmaya, bağırmaya baÅŸladı. Dünya kuruldu
kurulalı biz toprakla uğraşırız. Altımızdaki şiltedir o, soframızdaki
aÅŸtır. Çocuklarımız da bizim gibi yaÅŸayacaklar. Okulu ne yapsınlar?
Memurlar okuma yazma öÄŸrensin; biz basit insanlarız. Sen de kalkıp
işleri karıştırma!
Gürültü yavaÅŸ yavaÅŸ kesildi.
DuyÅŸen, gözlerini onların gözlerine dikerek, hayal kırıklığıyla:
Çocuklarınızın okula gitmesini istemiyor musunuz? diye sordu.
Ä°stemiyoruz; zor mu kullanacaksın? O günler geçti. Biz hür insanlarız
artık. Canımız nasıl isterse öyle yaparız.
DuyÅŸen'in yüzü bembeyaz kesildi. Titreyen parmaklarıyla kaputunun
düÄŸmelerini çözdü, dörde katlanmış bir kağıt çıkardı iç cebinden,
sonra kağıdı başının üstünde sallamaya baÅŸladı.
Demek çocukların okula gitmelerini emreden devlete karşı
çıkıyorsunuz. Bakın bu kağıda, altında resmi mühür var. Size kim
toprak verdi, kim su verdi? Kim hürriyet verdi? Söyleyin bakalım,
devletin yasalarına karşı mı çıkıyorsunuz? KonuÅŸun. Cevap verin!
Son cümlesini öylesine öfkeyle, öylesine bağırarak söylemiÅŸti ki, sesi
bir kurÅŸun gibi deldi güz sessizliÄŸini, uzaktaki daÄŸlarda yankılandı.
Kimse aÄŸzını açıp da bir kelime söyleyemedi. Herkes, başını önüne
eÄŸmiÅŸ, duruyordu.
Duyşen biraz yatışmıştı.
Biz yoksul köylüleriz, dedi. Hayatımız boyunca aÅŸağılandık,
tekmelendik. Karanlıkta yaÅŸadık. Åžimdi devlet aydınlığa çıkarmak
istiyor bizi, ışığı görelim, okuma yazma öÄŸrenelim istiyor.
Çocuklarımızı okula bunun için göndermeliyiz.
Susup beklemeye başladı sonra. İlk konuşan, eski ceketli o ihtiyar
oldu yine:
Peki, nasıl bilirsen öyle yap; biz karışmayız...
Ama bana yardım etmenizi istiyorum. Tepedeki şu ahırı onarmalıyız;
dereye bir köprü kurmalıyız. Sonra kış için de oduna ihtiyacımız var...
Satımkul kabaca sözünü kesti onun:
O kadar acele etme yiÄŸidim, o kadar acele etme...
DiÅŸlerinin arasından tükürdü; bir gözünü kısarak kötü kötü bakmaya
baÅŸladı DuyÅŸen'in yüzüne.
Buraya gelmiÅŸ, okul kuracağını söylüyorsun, diye devam etti.
Ama bakıyorum da, ne sırtında kürkün, ne altında atın var. Bir tek
koyunun bile yok. Ekilecek tek karış toprağın bile yok. Neyle
geçineceksin? BaÅŸkalarının koyunlarını mı çalacaksın yoksa?
Ben başımın çaresine bakarım. Aylık alacağım.
Satımkul keyiflenmiÅŸti; eyerin üstünde doÄŸrulup çevresine bakındı.
Her ÅŸey anlaşıldı ÅŸimdi. Kendi başının çaresine bakarsın öyleyse
yiÄŸidim; madem aylık alacaksın, çocuklara okuma yazma öÄŸret
bakalım. Devletin dağıtılacak parası varmış demek. Sen bizi rahat
bırak. İşimiz zaten başımızdan aşkın...
Bunları söyledikten sonra, atını çevirip uzaklaÅŸtı Satımkul. Ötekiler
de onun arkasından gittiler. DuyÅŸen, elinde kağıt, bir başına, çaresiz,
kalakalmıştı.
ÜzülmüÅŸtüm, acıyarak bakıyordum ona. Amcam beni görüp de
kovalayıncaya kadar orada kaldım.
Ne yapıyorsun burada? Haydi, doğru eve! Arkadaşlarımın arkasından
koÅŸtum. Amcam:
Daha neler, diye homurdandı, çocuk olduklarına bakmadan
toplantıya gelmişler bir de!
Ertesi sabah, biz kızlar dereden su almaya gittiğimizde Duyşen'i
gördük karşı kıyıda. Elinde bir kazma, bir kürek, bir balta, bir de eski
kova vardı.
Ondan sonra her sabah, köylüler DuyÅŸen'in tepeyi tırmandığını,
terkedilmiÅŸ ahıra girip çıktığını gördüler. Köye ancak akÅŸam olunca
inerdi. Zaman zaman, sırtında ot yığınları, saman yığınları taşıdığı
görülürdü. Onu uzaktan seyredenler, eyerlerinin üstünde doÄŸrulur,
ellerini gözlerine siper eder, düÅŸüncelerini söylerdi.
Sırtında yük taşıyan ÅŸu adam öÄŸretmen DuyÅŸen deÄŸil mi? Evet o.
Elinde mühürlü kağıt var ya, ondan. O mühür adama kuvvet verir.
Zavallı. ÖÄŸretmenlik de kolay deÄŸil anlaşılan.
Sen kolay mı sanıyordun? Sırtında taşıdığı yüke bak. ÖÄŸretmen deÄŸil
de bir bey'in hizmetçisi sanki.
Bir de kalkmış yukardan atıyor.
Böyle konuÅŸarak atlarını çevirip uzaklaşırlardı.
Bir gün, köyün arkasındaki dağın eteÄŸinden topladığımız tezekleri
çuvallarla taşımaya gitmiÅŸtik yine; tepeyi tırmanıp öÄŸretmenin eski
ahırda ne yaptığını görmek istedik. Ahır, bey'in malıydı eskiden.
Güzün yavrulayan kısraklarını barındırırdı orada. Hayvanlar, kışı
ahırda geçirirdi. Devrimden sonra bey çekip gitmiÅŸti. Malları köye
kalmıştı ÅŸimdi. Kimse kullanmadığı için otlar bürümüÅŸtü ahırı. Baktık
ki, bütün otlar sökülüp bir yana yığılmış, avlu temizlenmiÅŸ...
YaÄŸmurdan harap olmuÅŸ, sıvalan dökülmüÅŸ duvar badana edilmiÅŸ.
Rezelerinden çıkmış çarpık kapı da onarılmış.
Dinlenmek için çuvallarımızı yere bıraktık; o sırada DuyÅŸen çıktı
içerden. Tepeden tırnaÄŸa boya içindeydi; bizi görünce önce ÅŸaşırdı,
sonra gülümsedi.
Yüzünün terini silerek:
Nereden geliyorsunuz; kızlar? diye sordu.
Çuvalların yanında oturuyorduk, utançtan aÄŸzımızı bile açamadık.
Utandığımızı anladı DuyÅŸen, gülümseyerek, dostça göz kırptı bize.
Bakıyorum, çuvallarınız sizden büyük, dedi. Ama geldiÄŸinize çok
sevindim, ne de olsa burası sizin okulunuz. Artık bitti bitecek. Ocağı
yeni bitirdim, bacasına bakın... Åžimdi kış için yakacak bulmalıyım;
bu da zor olmayacak. Her yan kurumuÅŸ otlarla dolu. Sonra yere saman
koyarız, üstüne oturursunuz. Yakında derslere baÅŸlarız. Nasıl, okula
gitmek istiyor musunuz? Gelecek misiniz?
Ben, ötekilerden daha büyük olduÄŸum için, konuÅŸmak gereÄŸini
duydum:
Teyzem bırakırsa gelirim.
Niye bırakmasın, tabii bırakır. Adın ne senin? Dizimdeki yara izini
elimle örterek:
Altınay, dedim.
Altınay... güzel bir ad. Sen de iyi bir kıza benziyorsun.
Öyle güzel gülümsüyordu ki, insanın yüreÄŸine ılık ılık bir ÅŸeyler
yayılıyordu.
Peki Altınay, dedi, öteki kızları okula sen getirirsin. AnlaÅŸtık mı?
Anlaştık, amca.
Bana öÄŸretmenim de. Ä°çeriyi görmek ister miydiniz? Utanmayın,
gelin hadi.
Ä°çeri girmeye çekiniyorduk.
Yok, biz artık gidelim, dedik.
Gidin öyleyse. Dersler baÅŸlayınca görürsünüz. Ben de hava
kararmadan gidip biraz daha ot toplayayım.
Eline bir orakla bir parça ip alıp uzaklaÅŸtı. Biz de ayaÄŸa kalkıp
sırtımıza çuvallarımızı attık, köye doÄŸru yollandık. Ansızın parlak bir
fikir geldi aklıma.
Durun, dedim. Dönüp çuvallarımızı okula boÅŸaltalım. Kış için biraz
daha yakacak vermiÅŸ oluruz.
Sonra da eve elimiz boÅŸ dönelim, öyle mi? Sen de ne akıllısın ya...
Gider, biraz daha tezek toplarız.
Olmaz. Geç kalırsam annem kızar.
O gün niye öyle davrandım, bilmiyorum. Belki sadece inatçılık
yüzünden, belki de bir çeÅŸit baÅŸkaldırma duygusuyla... bebekliÄŸimden
beri davranışlarım, tutkularım dayakla olsun, azarla olsun hep
bastırılmıştı. Bu yabancı, içimi ılıtan tatlı gülüÅŸüyle, güzel sözleriyle
bir güven duygusu uyandırmıştı bende. Hiç kuÅŸkum yok, adım gibi
biliyordum artık: benim hayatım, sevinçleriyle, acılarıyla o gün, o
davranışımla başladı. Kendim bir karar vermiştim o anda, kararımı
uygulamaya geçmiÅŸtim. DoÄŸru buluyordum yaptığım ÅŸeyi,
cezalandırılmaktan da korkmuyordum. Arkadaşlarım bir başıma
bırakmışlardı beni, ama aldırmadım! DuyÅŸen'in okuluna koÅŸup çuvalı
kapının önüne boÅŸalttım, yeniden tezek toplamaya gittim sonra.
Kanatlanmış gibi uçuyordum; büyük bir iÅŸ yaptığımdan içim
hafiflemiÅŸti sanki, yüreÄŸim gümbür gümbür atıyordu. GüneÅŸ niye bu
kadar mutlu olduÄŸumu biliyor gibiydi. Evet, niye böyle koÅŸtuÄŸumun
farkındaydı: iyi bir iş yapmıştım.
Tepeler arkasından kaybolmak üzereydi güneÅŸ; bana kalırsa batmak
istemiyordu sanki, beni gözlemek istiyordu. Sararan otları, yaprakları
renkten renge boyayarak, kızıllaştırarak, pembeleştirerek,
morlaÅŸtırarak yolumu daha güzel kılıyordu. UçuÅŸan ÅŸeytan tüyleri,
pırıl pırıl birer alev parçası gibiydi. Yırtık pırtık, yamalı beÅŸmetimin
madeni düÄŸmeleri de ışıl ışıldı. KoÅŸtukça koÅŸtum; topraÄŸa, gökyüzüne,
rüzgara türküler söylüyordu yüreÄŸim:
Bakın bana! Görün iÅŸte, nasıl bir insanım ben... Okuma yazma
öÄŸreneceÄŸim, okula gideceÄŸim, baÅŸkalarını da okula götüreceÄŸim!
Ne kadar koştum, hatırlamıyorum, ama ansızın kendime geldim:
tezek yoktu. Garipti, yazın o kadar çok inek otlardı ki burada,
tezekten geçilmezdi. Bütün tezekler uçup gitmiÅŸti sanki. Belki de
bakılacak yerlere bakmıyordum. Başka yerleri aradım, tezek vardı
ama azdı.
Bu gidiÅŸle karanlık basmadan çuvalı dolduramayacağım, diye
düÅŸündüm.
Korkudan ödüm patlamıştı, saÄŸa sola koÅŸuÅŸup duruyordum.
Çuvalım yarısına kadar dolmuÅŸtu daha. Gün ışığı adamakıllı
solmuÅŸtu artık, yamaçları karanlık basıyordu.
Eve hiç bu kadar geç kalmamıştım. Gece, karanlık kanadını
sessiz, ıssız tepelerin üstüne germiÅŸti. Çuvalı sırtıma atıp köye doÄŸru
koÅŸmaya baÅŸladım. Korkuyordum. Her yer öylesine karanlıktı ki,
bağırmak, aÄŸlamak geliyordu içimden; ama DuyÅŸen'i hatırlayıp göz
yaşlarımı tuttum. Arkama bile bakmadan yoluma devam ettim.
Soluk soluÄŸa vardım eve; kan ter içindeydim; elbiselerim toza topraÄŸa
bulanmıştı. Ocağın önünde oturmakta olan teyzem, kaÅŸlarını
çatarak yerinden kalktı, yanıma geldi. Kötü, zalim bir kadındı.
Niye geciktin? diye bağırdı.
Ben daha aÄŸzımı bile açmamıştım ki, sırtımdan çuvalı kaptığı gibi
yere fırlattı.
Bütün gün bula bula bunu mu buldun?
Sonradan öÄŸrendiÄŸime göre, arkadaÅŸlarım her ÅŸeyi anlatmışlar.
Seni kömür suratlı! Okulda ne iÅŸin var? Dilerim, okul yollarında
geberesin!
Kulağımdan tutup birkaç kere vurdu başıma.
Serseri! Elin kurdundan ev köpeÄŸi olur mu hiç? BaÅŸkalarının
çocukları evde kalıp annelerine yardım eder, bu daÄŸda bayırda
dolaşıyor.
Okula gitmeyi gösteririm ben sana! Seni o ahırın yanında bir
yakalarsam bacaklarını kırarım! Okula gitmek neymiş, anlarsın o
zaman!
Hiçbir ÅŸey demedim, bağırmamaya çalıştım. Sonra, yaktığım ocağın
önünde otururken sessizce aÄŸladım. Üzüntülü olduÄŸumu anlayınca
hep kucağıma çıkan tekir kediyi okÅŸadım durdum. Teyzem beni
dövdüÄŸü için aÄŸlamıyordum, alışıktım buna, okula göndermeyeceÄŸi
için aÄŸlıyordum.
Ä°ki gün sonra, sabahleyin erkenden köpekler havlamaya baÅŸladı
köyde, bağırıp çağırmalar duyuldu. DuyÅŸen ev ev dolaşıp çocukları
topluyor, okula götürüyordu. O sıralarda sokak diye bir ÅŸey yoktu;
kerpiç evler düzensizce dağılmıştı. Herkes canının istediÄŸi yere
kurmuÅŸtu evini. DuyÅŸen, çevresinde çocuklarla, kapı kapı dolaşıyordu.
Bizim ev, köyün en ucundaydı. Teyzemle buÄŸday öÄŸütüyorduk,
amcam öÄŸütülmüÅŸ buÄŸdayları pazara götürmek üzere hazırlanıyordu.
Ben bir yandan iÅŸimi yapıyor, bir yandan da DuyÅŸen'i gözlüyordum.
Bizim eve kadar gelmeyecek diye ödüm kopuyordu. Biliyordum,
teyzem okula gitmeme izin vermeyecekti, ama DuyÅŸen gelsin, nerede
oturduÄŸumu görsün istiyordum. Bizim eve uÄŸramadan dönüp gidecek
diye ödüm kopuyordu.
Ben bunları düÅŸünürken DuyÅŸen çıkageldi. Teyzemi selamladı:
Günaydın! Tanrı yardımcın olsun! O olmazsa biz oluruz. Bak, ne
kadar kalabalığız.
Bir ÅŸeyler mırıldandı teyzem, amcam ise öÄŸretmenin yüzüne bile
bakmadı.
DuyÅŸen aldırmadı hiç. Avlunun ortasında duran bir kütüÄŸün üstüne
çöktü, cebinden kağıt kalem çıkardı.
Bugün okul baÅŸlıyor. Kızınız kaç yaşında?
Teyzem cevap bile vermeden işine devam etti, adamakıllı kızmıştı.
Besbelli, tek kelime söylemeyecekti. Ne olacaktı ÅŸimdi? DuyÅŸen bana
bakıp gülümsedi, yine ılık ılık bir ÅŸeyler yayıldı içime.
Kaç yaşındasın; Altınay? diye sordu. Cevap vermeye cesaret
edemedim. Teyzem:
Onun kaç yaşında olduÄŸundan sana ne? dedi. Zaten sen kimsin bir
kere? Daha okula gidecek yaÅŸa gelmedi. Bırak bunun gibi piçleri,
anasıyla babasıyla oturan çocuklar bile okuma yazma öÄŸrenmiyor.
Toplayacağın kadar çocuk toplamışsın, onları götür okula. Burada iÅŸin
yok!
DuyÅŸen ayaÄŸa kalkarak:
Nasıl oluyor da böyle konuÅŸabiliyorsun? diye bağırdı. Yetim
kaldıysa suç onda mı? Yoksa, yetimlerin okuma yazma öÄŸrenmesini
yasaklayan bir yasa mı var?
Senin yasaların bana vızgelir. Ben kendi yasalarımı yürütürüm
burada, senden emir alacak da deÄŸilim!
Hepimiz aynı yasalara boyun eğeceğiz. Belki bu kıza senin ihtiyacın
yok, ama bizim, devletin, var! Karşı koyarsan cezanı çekersin.
Teyzem kollarını sıvayarak ayağa kalktı:
Åžuna bakın, ÅŸu serseriye bakın! Bu piç kimden emir alacak, söyle
bakalım. Karnını kim doyuruyor onun? Onu kim doyuruyor? Sen mi,
ben mi? Evsiz barksız piçin biri bu... senin de evin barkın yok
zaten...
EÄŸer ortaya amcam çıkmasaydı tartışma nasıl sonuçlanacaktı,
bilmiyorum. Teyzem bir kocası olduğunu unuturdu hep, her işe
burnunu sokardı; bu da çok kızdırırdı amcamı. Öyle ya, evin
efendisiydi; ara sıra teyzemi döverdi. Åžimdi de öfkeden kıpkırmızı
olmuÅŸtu yüzü.
Kapa çeneni karı! diye bağırdı. Sen kim oluyorsunda kendi başına
karar veriyorsun, benim yerime konuÅŸuyorsun? Her iÅŸe burnunu
sokma. Sana gelince TaÅŸtabeg'in oÄŸlu, al ÅŸu piçi götür, okuma mı
öÄŸreteceksin, kemiklerini mi kıracaksın, ne halt edersen et. Hadi,
basın bakalım. Defolun!
Teyzem bağırmaya başladı:
Demek okula gönderiyorsun onu. Evde kim yardım edecek bana?
Soruyorum, kim edecek?
Kes sesini! diye bağırdı amcam; teyzemi susturdu.
Her karanlık bulutta bir beyaz nokta bulunur derler. Okula böyle
başladım işte.
Sınıfa ilk girdiÄŸimizde, DuyÅŸen yere, samanların üstüne oturmamızı
söyledi; sonra hepimize birer defter, birer kalem, birer de tahta parçası
verdi.
Tahtaları dizinizin üstüne koyun, dedi. Onun üstüne de defterleri
koyarsınız. Böylece daha kolay yazarsınız.
Sonra, duvara astığı bir resmi gösterdi. Bir Rus'un resmiydi bu. Bu
Lenin'dir, dedi.
O resmi hiç unutamayacağım. Nedendir, bilmiyorum, sonradan hiç
rastlamadım o resme. Aklımda hala Duyşen'in resmi olarak kalmış.
O resimde bir kaput giymiÅŸti Lenin, yorgun bir yüzü vardı, sakalı
sivriydi. Yaralı kolu askıya alınmıştı; kasketi arkaya kaykılmıştı.
Durgun, rahat bir bakış vardı keskin gözlerinde.
Duyşen, resmi epeydir yanında taşıyordu anlaşılan. Bildiğimiz afiş
kağıtlarına basılmıştı, kenarları köÅŸeleri iyice yıpranmıştı. Sınıfın
duvarlarında bu resimden başka bir şey yoktu.
DuyÅŸen:
Okuma yazmayı, sayı saymayı öÄŸreteceÄŸim size, dedi. Harflerin,
rakamların nasıl yazıldığını göstereceÄŸim. BildiÄŸim ne varsa hepsini
öÄŸreteceÄŸim.
BildiÄŸi ne varsa hepsini öÄŸretti. Åžaşılacak derecede sabırlıydı.
Kalemin nasıl tutulacağını teker teker gösterdi hepimize; bu arada,
anlamadığımız sözler de söyledi.
Åžimdi düÅŸünüyorum da, DuyÅŸen ÅŸaşırtıyor beni. Elimizde bir alfabe
bile yoktu üstelik öÄŸretmenimiz ne gramer biliyordu, ne öÄŸretme
yöntemi. Böyle ÅŸeylerin varlığından bile habersizdi.
Güdüleriyle davranarak, öÄŸrenmemiz gereken ÅŸeyleri, öÄŸretebildiÄŸi
kadar öÄŸretti bize. Ama hevesi, coÅŸkunluÄŸu da boÅŸa gitmedi, buna
eminim.
UmduÄŸundan büyük ÅŸeyler baÅŸardı DuyÅŸen. Evet, büyük ÅŸeyler
baÅŸardı, çünkü, duvardaki yarıklarından karlı tepelerin göründüÄŸü o
eski kerpiç ahırda bir ÅŸeyler öÄŸrenmeye çalışan bizlerin, biz Kırgız
çocuklarının, o zamana kadar köyün dar çizgileri içinde kapanıp
kalmış çocukların, yeni, deÄŸiÅŸik, güzel bir dünya açılmıştı önlerinde.
Moskova'nın, Lenin'in yaÅŸadığı ÅŸehrin, TaÅŸkent'den bile büyük
olduÄŸunu o sınıfta öÄŸrendik, dünyada Talas Vadisi kadar büyük
denizler olduÄŸunu o sınıfta öÄŸrendik; daÄŸlar kadar kocaman gemilerin
o denizlerde yüzdüÄŸünü o sınıfta öÄŸrendik. Çarşıdan satın alınan
petrolün yeraltından çıkarıldığını o sınıfta öÄŸrendik. Gün gelecek,
çocuklar geniÅŸ pencereli büyük, beyaz okullarda okuyacaklar, sıraların
üstünde oturacaklardı.
Alfabeyi kıvırmaya başlayınca ilk olarak Lenin kelimesini yazdık.
Artık sözlüÄŸümüzde bey gibi, ırgat gibi, Sovyetler gibi
kavramlar da vardı. DuyÅŸen söz verdi: ders yılı bitmeden bize
devrim kelimesinin nasıl yazıldığını öÄŸretecekti.
Her ayın sonunda gider, rapor verirdi. Ä°ki üç gün görünmezdi. Çok
özlerdik onu. AÄŸabeyim olsa o kadar özlemezdim. Teyzem baÅŸka bir
iÅŸle uÄŸraÅŸtığı zamanlar evin arkasına sıvışır, yolunu gözlemeye
baÅŸlardım DuyÅŸen'in. Onu, içimi ılıtan gülümseyiÅŸini görmek, ışıklı
sözlerini duymak nasıl sevindirirdi beni!
ÖÄŸrencilerin en büyüÄŸü bendim. Belki bu yüzden, en çabuk ben
öÄŸreniyordum; ama tek sebep bu deÄŸildi. DuyÅŸen'in söylediÄŸi her
kelime, yazdırdığı her harf benim için kutsaldı. Onun öÄŸrettiklerini
kavramaktan daha önemli bir ÅŸey yoktu hayatta. VerdiÄŸi defteri hazine
gibi saklıyor, harfleri orağın ucuyla yere, kömürle duvara bir dal
parçasıyla kara yazıyordum. Benim için, dünyada DuyÅŸen'den daha
bilgili, daha akıllı kimse yoktu.
Kış yaklaşıyordu.
Ä°lk kar yağıncaya kadar, dağın eteÄŸinde, çakıl taÅŸlarının üstünden
gürültüyle akan dereyi geçerdik okula gitmek için. Kar yaÄŸdıktan
sonra da geçerdik tabii, ama zor olurdu. Buz gibi su ayaklarımızı
dondururdu. En çok küçüklerin canı yanardı; gözleri yaÅŸla dolardı.
DuyÅŸen, biri sırtında biri kollarında, her keresinde iki çocuk taşıyarak
hepsini karşı kıyıya geçirirdi.
Bütün bunlar inanılmaz geliyor ÅŸimdi bana. Herkes, ya bilgisizlikten,
ya aptallıktan, DuyÅŸen'e gülerdi. En çok da kışı daÄŸlarda geçirip arada
bir deÄŸirmene inen zenginler alay ederdi onunla.
BaÅŸlarında kalpakları, sırtlarında kürklü ceketleri, sırım gibi atlarının
üstünden DuyÅŸen'in çocukları taşımasına bakarlardı. ÖÄŸretmeni
gösterirlerdi gülerek.
Åžuna bak, derlerdi, nasıl olmuÅŸ da bugüne kadar görmemiÅŸim ÅŸu
herifi. Daha önce görseydim, kuma diye alırdım!
Kahkahadan kırılarak, üstümüze su ve çamur sıçratarak yollarına
devam ederlerdi sonra.
Ah, arkalarından nasıl koşmak isterdim onların. Atların yularına
yapışıp sinsi yılışık suratlarına doğru:
ÖÄŸretmenimiz için nasıl böyle konuÅŸursunuz? Aptal insanlarsınız
siz, kötü insanlarsınız! diye bağırsam öyle rahatlayacaktım ki... Ama
küçük bir kızın sözlerine kim kulak asardı? Gözlerimin acı yaÅŸlarını
içime akıtarak kalakalırdım olduÄŸum yerde. DuyÅŸen onların
sözlerini duymazlıktan gelirdi; hiç aldırmazdı. Üstelik, söylenenleri
unutturmak, bizi güldürmek için komik ÅŸeyler anlatırdı.
Epeyce çalıştı ama olmadı... Köprü kurmak için kereste bulamadı
DuyÅŸen. Bir gün, bütün çocukları karşı kıyıya geçirdikten sonra
benimle birlikte derenin yanında kaldı; taÅŸlardan bir geçit yapmaya
çalıştık.
Köylüler isteseler yarım saat içinde bir köprü kurabilirlerdi çocukları
için, dereye iki üç aÄŸaç devirseler bu iÅŸ biterdi. Ama yapmadılar,
okulu ciddiye almıyorlardı o günlerde, DuyÅŸen'e de delinin biri
diyorlardı...
Evet, onlara kalırsa delinin biriydi DuyÅŸen, çocuklarla oyalanıyordu.
Okuma yazma mı öÄŸretmek istiyordu onlara, öÄŸretsin di... yeter ki
iÅŸlerini aksatmasındı çocuklar. Böyle düÅŸünüyorlardı. Altlarında atları
vardı, ihtiyaçları yoktu köprüye. En az kendileri kadar iyi bir insan
olan bu delikanlının vaktini niye öÄŸretmenlik etmekle geçirdiÄŸini,
üstelik bunu niye canla baÅŸla, inatla, her çeÅŸit zorluÄŸa, küçümsemeye,
alaya katlanarak yaptığını anlamıyorlardı.
TaÅŸtan geçidi yaptığımızda yerde kar vardı; su öyle soÄŸuktu ki
insanın soluğu kesiliyordu. Duyşen nasıl dayandı buna, bilmiyorum...
yalınayaktı, bir an bile durmadan çalıştı. Suyun dibine bastıkça, çakıl
taşları ayaklarımızı cayır cayır yakıyordu. Derenin tam ortasındayken
iki bacağıma birden kramp girdi. Acıdan kıvrılıp kaldım oracıkta; iki
büklüm oluvermiÅŸtim, doÄŸrulamıyordum. Gittikçe suya
gömülüyordum...
Koşarak geldi Duyşen, beni kollarına alıp kıyıya taşıdı. Yere
kaputunu serip üstüne oturttu. Masmavi kesilmiÅŸ incecik bacaklarımı,
buz gibi ellerimi ovdu.
Büyük bir ilgiyle:
Kaputuma sarılıp biraz dinlen, Altınay dedi... Geçidi ben kendim
yaparım.
Sonunda geçit tamamlandı. DuyÅŸen sudan çıkıp çizmelerini giydi;
kaputuna sarınarak bana baktı, gülümsedi.
Biraz dinlendikten sonra:
Nasılsın şimdi, ısındın mı? diye sordu. Al şu kaputu da sarın. Sonra
ekledi:
O gün kapıya tezekleri sen mi bırakmıştın, Altınay?Evet, diye
cevap verdim.
Dudaklarının köÅŸesine incecik bir gülümseme iliÅŸiverdi.
Ben de öyle düÅŸünmüÅŸtüm zaten, demek istiyordu sanki.
Hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuÅŸtu yüzüm, tezeÄŸin bırakılmasını
unutmamıştı demek. Mutluydum, yedi kat gökte uçuyordum.
Duyşen sevindiğimi anladı.
Gözleriyle beni okÅŸayarak:
Benim temiz yavrum, duru kaynağım, dedi. Ne kadar da akıllısın...
Ah, seni ÅŸehre, okumaya bir gönderebilsem! Büyük bir insan olurdun!
Dönüp kıyıya doÄŸru bir adım attı.
Gözlerimin önünde ÅŸimdi: gürültülü derenin kıyısında durmuÅŸ;
ellerini başının arkasında kavuÅŸturmuÅŸ; parlayan gözleriyle, tepelerden
gelen rüzgarın kovaladığı beyaz bulutlara bakıyor...
O anda ne düÅŸünüyordu acaba? Beni ÅŸehirdeki okula göndermeyi mi?
Ben onun kaputuna sarınmış ÅŸunları düÅŸünüyordum:
Keşke ağabeyim olsaydı Duyşen! kollarına atılıp ona sarılır,
gözlerimi yumar, en tatlı sözleri söylerdim kulaklarına. N'olursun
Tanrım Duyşen ağabeyim olsun!
Ä°nceliÄŸi, iyiliÄŸi, geleceÄŸimizi düÅŸündüÄŸü için hepimiz seviyorduk
öÄŸretmenimizi. Küçüktük ama onun bu erdemlerinin farkındaydık.
Yoksa her gün o uzun yolu alır mıydık? Rüzgarda, karların arasında
bata çıka, soluk soluÄŸa tırmanır mıydık o tepeyi? Kendi isteÄŸimizle
geliyorduk okula. Gidip o soÄŸuk ahırda donmamız için kimse
zorlamıyordu bizi. Okul öylesine soÄŸuktu ki, birbirimizin yüzüne,
ellerine, elbisesine hohlasak, hohladığımız yer hemen buz tutuyordu.
Bazılarımız oturup Duyşen'i dinlerken ocağın yanında sırayla
ısınıyorduk.
O soÄŸuk sabahların birinde (Ocak ayının son günleriydi) DuyÅŸen her
zamanki gibi bizi almaya geldi. Sessizdi, düÅŸünceliydi; kaÅŸları
çatılmış, yüzü kararmış; demir gibi kaskatı kesilmiÅŸti. Hiç böyle
görmemiÅŸtik öÄŸretmenimizi. Ä°ÅŸin içinde bir iÅŸ olduÄŸunu anladık,
sessizce ardından gittik onun.
Yoldaki kar tabakası kalınsa DuyÅŸen önden giderdi hep; ben
DuyÅŸen'in arkasından giderdim, öteki çocuklar da benim arkamdan
gelirlerdi. O sabah da önden gitti öÄŸretmenimiz, geceleyin dağın
eteÄŸine karlar yığılmıştı çünkü. Bir insanın sevinçli mi üzüntülü mü
olduÄŸu arkasından bile belli olur bazen. O gün de öyle oldu:
öÄŸretmenimizin kederli olduÄŸunu hemen anladık. Başını önüne
eÄŸmiÅŸti, zorlukla sürüyordu ayaklarını. O yürüyüÅŸünü hala hatırlarım:
tek sıra olmuÅŸ, tepeyi tırmanırken DuyÅŸen önümde, kamburu çıkmış,
siyah kaputuyla gidiyordu; yukardaki tepeler dinlenmek için çökmüÅŸ
develere benziyordu, rüzgar hörgüçlerinin tozunu alıyordu sanki;
yüksekte, çok yükseklerde, soÄŸuk, beyaz gökte tek başına siyah bir
bulut sallanıyordu.
Sınıfa girip samanların üstüne oturduÄŸumuz zaman, DuyÅŸen her
sabah gidip yaptığı gibi ocağı yakmadı.
Ayağa kalkın, dedi bize. Kalktık.
BaÅŸlarınızı açın.
Kasketlerimizi çıkardık; o da çıkardı kasketini. Ne demek olduÄŸunu
bilmiyorduk bunun. Kısık bir sesle:
Lenin öldü, dedi. Onun yası tutuluyor ÅŸimdi.
Sınıfımızı sessizlik kapladı. Okul, karların altına gömülmüÅŸtü
sanki. Duvarlardaki yarıklardan giren rüzgarın sesi duyuluyordu.
Sanki üstlerine kar tanecikleri düÅŸüyormuÅŸ gibi hışırdayan samanların
sesi duyuluyordu.
Gürültülü ÅŸehirlerin sessizlikle örtüldüÄŸü, yerleri sarsan fabrikaların
sustuÄŸu, trenlerin raylar üstünde kalakaldığı o yaslı saatte, biz,
insanlar içinde küçücük insanlar, ufak bir topluluk, başımızda
öÄŸretmenimizle, okul denilen o soÄŸuk ahırda yas tuttuk.
Koluyla gözlerinin yaşını sildi DuyÅŸen.
Ben Parti'ye yazılmaya gidiyorum, dedi. Üç gün sonra dönerim. O
üç gün, hatırladığım kış günleri içinde en korkunç olanlarıydı.
Tabiat, büyük bir insanın bıraktığı boÅŸluÄŸu doldurmaya çalışıyordu
sanki. Rüzgar, yarların arasında uluyordu durmadan, tipi dinmiyordu,
kırağılar madeni bir sesle tınlıyordu... Tabiat azmıştı; rüzgar kaldırıp
kaldırıp yere vuruyordu karları.
Köyümüz, tepeleri kara bulutlarla örtülü daÄŸların eteÄŸinde sessizce
yatıyordu. Ä°ncecik dumanlar yükseliyordu bacalardan. Ä°nsanlar
evlerinden dışarı çıkmıyorlardı. Üstelik, kurtlar da inmiÅŸti köye.
Gündüzleri yollarda dolaşıyor, geceleri evlere kadar sokulup güneÅŸ
doğuncaya kadar uluyorlardı.
Aklıma öÄŸretmenimiz geldikçe üzülüyordum; hava öylesine soÄŸuktu
ki...
Duyşen'in sırtında ise siyah kaputundan başka bir şey yoktu.
GeleceÄŸi gün, tedirginliÄŸim daha da arttı. Kötü bir olayı sezmiÅŸtim
sanki.
Fırsat buldukça evden sıvışıyor, gözlerimi ıssız, karlı bozkıra
dikiyordum. Ama bir tek canlı varlık bile yoktu ortalıkta.
Ah, öÄŸretmenim, neredesin? Yalvarırım, çabuk gel! Seni özledik,
öÄŸretmenim. Duyuyor musun beni? Seni özledik! Ama bozkır cevap
bile vermiyordu bana. Nedendir bilmiyorum, sessizce ağlıyordum.
Sık sık evden çıkmam teyzemi kızdırmıştı. YumruÄŸunu sıkarak:
Ne diye öyle arada bir kapıya doÄŸru koÅŸuyorsun? diye bağırdı. Otur
oturduÄŸun yerde, yününü eÄŸir. Dışarda donup gebereceksin! Bir daha
çıktığını görürsem karışmam!
Hava kararmaya baÅŸlamıştı bile; DuyÅŸen'in dönüp dönmediÄŸini
bilmiyordum. Bu da çıldırtıyordu beni. Bir an, bugüne kadar hiç
gecikmediÄŸine göre mutlaka dönmüÅŸtür, diyordum kendi kendime. Bir
an sonra kuÅŸkuya kapılıyordum yine: DuyÅŸen üzüntülüydü; aklı
başında deÄŸildi; ağır ağır güçlükle yürüyordu; ya bir de tipide yolunu
şaşırdıysa... Kendimi işe veremiyordum, parmaklarımın hepsi
baÅŸparmak kesilmiÅŸti sanki, yün durmadan kopuyordu. Yün koptukça
da teyzem küplere biniyordu:
Senin nen var bugün? Elin el deÄŸil, tahta! Sonunda sabrı tükendi:
Ä°nce hastalıklar götürsün seni! Al ÅŸu torbayı, Saykal nineye bırak.
Sevinçle ayaÄŸa fırladım. DuyÅŸen, Saykal ninenin evinde kalırdı.
Saykal'la kocası Kartanbay ana tarafından uzaktan akraba olurlardı
bana. Sık sık gider görürdüm onları, bazen gece yatısına bile kaldığım
olurdu. Teyzem bunu hatırladı belki; belki de ona bu sözleri Tanrı
söyletti.
Ä°nsan kıtlıkta nasıl çavdardan bıkar, ben de öylesine bıktım senden!
Onlarda kal bu gece. Hadi defol, sabah olmadan da eve döneyim
deme!
Dışarı fırladım. Rüzgar, ÅŸamanlar gibi uluyordu bir an kesiliyor,
sonra avuç avuç kar fırlatıyordu adamın yüzüne. Torbayı koltuÄŸumun
altına sıkıştırdım, karda taze at izlerini takip ederek köyün öteki ucuna
koÅŸtum. Kafamda bir tek düÅŸünce vardı: DuyÅŸen dönmüÅŸ müydü?
DönmemiÅŸti. Öylesine soluk soluÄŸa girdim ki eve, zavallı Saykal
ninemin ödü koptu.
Ne var? diye bağırdı. Niye o kadar koştun. Bir şey mi oldu?
Yok; bir şey yok. Torbanı getirdim. Bu gece burada kalayım mı?
Tabii, yavrum. Seni yaramaz, ödümü kopardın! Epeydir geldiÄŸin
yoktu. Gel, ateÅŸin önüne otur, donmuÅŸsun.
Biraz et piÅŸir de çocuÄŸun karnını doyur, dedi Kartanbay. DuyÅŸen de
nerdeyse gelir.
Pencerenin önüne oturmuÅŸ, çizmelerinin pençelerini yeniliyordu.
Åžimdiye kadar çoktan gelmiÅŸ olması gerekirdi. Ama merak edecek
bir ÅŸey yok, gece olmadan gelir. Bizim ihtiyar katır eve dönüleceÄŸini
anladı mı dörtnala koÅŸmaya baÅŸlar.
Gece usul usul geldi, pencereye yerleÅŸti. YüreÄŸim tetikteydi, dışarda
ne zaman bir köpek havlasa ya da biri konuÅŸsa, çarpıntısı hemen
duruyordu. DuyÅŸen'den hiç haber yoktu. Neyse ki, Saykal nine
konuşkandı, beklemek daha kolay oluyordu onun yanında.
Duyşen'i epeyce bekledik. Geceyarısı, Kartanbay yatmaya karar
verdi.
Yatakları ser bakalım, dedi Saykal nineye. Anlaşılan bu gece
gelmeyecek. Geç oldu artık. Memurların iÅŸleri baÅŸlarından aÅŸkındır;
yarına kalmıştır DuyÅŸen'in iÅŸi. Yoksa ÅŸimdiye kadar çoktan gelirdi.
Sonra yattı.
Ocağın arkasına, köÅŸeye bir yatak da benim için serdiler. Ama
uyuyamadım. Kartanbay durmadan öksürüyor, dualar mırıldanarak bir
yandan bir yana dönüyordu.
Benim ihtiyar katır ne alemdedir acaba? diye mırıldanıyordu. Kimse
kimseye bedavadan bir tek saman çöpü vermiyor. Cebinde paran olsa
bile satın alacak çavdar bulamıyorsun...
Çok geçmeden uyudu. Åžimdi de rüzgar uyutmuyordu beni. Çatıyı
sarsıyor, samanları hışırdatıyor, kaba eliyle camlara vuruyordu.
Duvarların arkasında karları yerden yere çaldığını duyuyordum.
Kartanbay, DuyÅŸen'in iyi olduÄŸunu, merak etmememizi söylemiÅŸti
gerçi; ama içim rahat deÄŸildi yine de. ÖÄŸretmenimi bekliyordum
karanlıkta, yalnız onu düÅŸünüyordum... rüzgarlı, bembeyaz bozkırda
bir başınaydı şimdi. Dalmışım; ansızın irkilerek uyandım. Yerden
yükselen bir uluma gitti, göÄŸe takılıp kaldı. Kurtlar! Bir tane deÄŸil, bir
sürü kurt. Birbirlerini çağırarak toplanıyorlardı. Sesleri birleÅŸiyor,
rüzgara karışarak uzaklaşıyor, yaklaşıyordu. Zaman zaman kapının
önünden geliyordu ulumaları.
Saykal nine:
Tipi yüzünden uluyorlar, diye fısıldadı.
Kartanbay bir ÅŸey demedi önce; ulumaları dinliyordu.
Yok yok, birinin peşindeler. Ya bir adamın, ya da bir atın.
Dinleyin bakın... İnşallah Duyşen'in peşinde değillerdir. O sersem
delikanlı hiçbir ÅŸeyden korkmaz çünkü.
Heyecanla ayaÄŸa kalkıp kürklü ceketini giydi. Işığı yak kadın!
Çabuk ol!
Saykal'la ben, korkuyla fırladık. Ä°htiyar kadın bir an içinde
lambayı yaktı. Tam o sırada uluma kesildi, bir şey olmamış gibi
sessizliÄŸe büründü her yer.
Allah kahretsin, saldırdılar! diye bağırdı Kartanbay.
Eline bir sopa geçirip kapıya fırladı; o anda köpekler havlamaya
baÅŸladı dışarda. Biri pencerenin önünden geçip kapıyı yumrukladı.
Odaya bir buhar bulutu girdi önce. Sonra DuyÅŸen'i gördük. Soluk
soluÄŸa içeri daldı; kül gibi olmuÅŸtu yüzü. Duvara koÅŸtu. Tüfek, dedi.
Ama biz, bir ÅŸey anlamayacak kadar heyecanlıydık. Gözlerim
karardı; iki ihtiyarın sisler arasında konuştuğunu duyar gibi oldum:
Kara koyun kurban olsun sana, ak koyun kurban olsun!
Sahiden sen misin bu?
Tüfek, diye tekrarladı DuyÅŸen... Bir tüfek verin bana!TüfeÄŸimiz yok
ki... Nereye gidiyorsun?
Kartanbay da, Saykal da, Duyşen'e yapışmışlardı; bırakmak
istemiyorlardı onu.
Bir sopa verin öyleyse. Ä°htiyarlar yalvarmaya baÅŸladılar:
Bırakmayız seni. Biz saÄŸ oldukça bir yere gidemezsin! Önce
bizi öldürür, sonra gidersin!
Ansızın dizlerimin bağı çözülüverdi; tek kelime bile söylemeden
yere yığıldım.
Kamçısını bir köÅŸeye fırlatarak derin derin içini çekti DuyÅŸen.
Tam da kapının önünde kıstırdılar beni, dedi. Katır dörtnala
gidiyordu, peÅŸimize kurtlar düÅŸtü. Köye kadar geldi hayvancağız, az
ötede tökezleniverdi. Üstüne saldırdılar.
Kartanbay, DuyÅŸen'i yatıştırmaya çalışarak:
Katıra aldırma; sen kurtuldun ya, ona bak, dedi. Katır
tökezlenmeseydi sen de kurtulamazdın... Tanrıma ÅŸükürler olsun.
Çıkar elbiselerini de ateÅŸin önüne otur. Dur da çizmelerini çekeyim.
Kadın, yiyecek bir şeyler ısıt hadi.
Birlikte, ateÅŸin önüne oturdular. Kartanbay içini çekerek:
Alınyazımızda bu da varmış, dedi. Yola niye bu kadar geç çıktın?
Toplantı sandığımdan da uzun sürdü. Parti'ye yazıldım. Ä°yi. Ama yola
yarın sabah da çıkabilirdin. Seni sopayla kovalayan mı vardı?
Çocuklara, bugün döneceÄŸime söz verdim, dedi DuyÅŸen. Yarın sabah
okula gelecekler. Kartanbay öfkeli öfkeli söylenmeye baÅŸladı:
Serseme bak! Duyuyor musun, kadın, bak ne diyor... Bacak
kadar piçlere verdiÄŸi sözü tutmak için canını tehlikeye atmış! Nasıl,
beğendin mi? Ya canını kurtaramasaydın, o zaman ne olacaktı? Bırak
saçma saçma konuÅŸmayı.
Benim iÅŸim bu, benim görevim. At için üzüldüm. Hep yayan
giderdim, keşke yine yayan gitseydim. Kalkıp atını aldım senin,
kurtlara parçalattım...
Aldırma. Canı cehenneme, dedi ihtiyar. Senin hayatını kurtardı ya,
ona bak! Bugüne kadar hep atım mı vardı sanki? Benim için üzülme
sen, ben başımın çaresine bakarım. Ä°lerde, bakarsın bir at daha alırım.
Saykal ağlamaklı bir sesle:
DoÄŸru söyledin, dedi. Bir at daha alırız... Al oÄŸlum, soÄŸutmadan ye
ÅŸunu.
Sustular. Kartanbay, ateÅŸi karıştırarak, düÅŸünceli düÅŸünceli:
Seni anlamıyorum, Duyşen, dedi. Kafasız bir adam değilsin, hatta
akıllısın. Ne diye okulla çocuklarla uÄŸraşıp duruyorsun? Daha iyi bir
iÅŸ mi yok dünyada? Gidip bir zenginin yanında çobanlık etsen bolluk
içinde yaÅŸarsın...
Biliyorum, benim iyiliÄŸimi istiyorsun. Ama bu çocuklar büyüyünce
senin benim gibi birer insan olsun istiyorsan okulun da, eÄŸitimin de
gereÄŸi yok tabii. Ama devlet nasıl geliÅŸir o zaman? Bütün güçlüklere
bunun için göÄŸüs geriyorum iÅŸte. Daha iyi bir öÄŸretmen olsaydım
baÅŸka bir ÅŸey istemezdim...
Onların konuşmalarını dinlerken uzaklardan, uzaklaştığım
yerlerden yavaÅŸ yavaÅŸ döndüm odaya. Önce bir düÅŸ gibi geldi bu.
Duyşen'in sağ salim karşımda olduğuna inanamadım. Sonra bahar
selleri gibi güçlü dayanılmaz bir sevinç dalgası kapladı gövdemi;
hıçkırdım. Kimseler benim kadar sevinemezdi. Her ÅŸey yok
oluvermiÅŸti birden: kerpiç kulübe, tipi, Kartanbay'ın tek atını
parçalayan kurtlar... Hepsi yok olmuÅŸtu! Kafamı, yüreÄŸimi, bütün
gövdemi bir mutluluk kaplamıştı... inanılmaz, sonsuz, ışık gibi
ölçüsüz bir mutluluk.
Hıçkırıklarımı kimse duymasın istiyordum. Ama DuyÅŸen duydu.
Ocağın arkasında ağlayan kim? diye sordu.
Altınay, dedi Saykal; çok korktu, ondan aÄŸlıyor.Altınay burada mı?
AyaÄŸa fırlayıp yanıma koÅŸtu. DuyÅŸen. Diz çöktü; omuzlarıma
dokunarak:
Nen var, Altınay? Niye ağlıyorsun? dedi.
Duvara dönüp kendimi iyice bıraktım; hüngür hüngür aÄŸlamaya
başladım.
AÄŸlama yavrum. Niye korktun öyle? Bak, koca bir kız oldun artık,
aÄŸlamak hiç yakışmıyor sana... Yüzüme bak.
Boynuna sarıldım onun; göz yaÅŸlarıyla ıslanmış ateÅŸ gibi yüzümü
yanaklarına bastırdım. Durmadan hıçkırıyordum. Sevinçten kendimi
tutamıyordum.
Kartanbay kilimin üstünden kalktı. KorkmuÅŸtu biraz.
Galiba yüreÄŸi yerinden oynadı bunun, dedi. Gel buraya kadın, birkaç
dua oku. Çabuk ol.
Hepsi çevremde dolanmaya baÅŸladı. Saykal büyülü sözler söyledi,
yüzüme soÄŸuk su, sonra da sıcak su serpti. Göz yaÅŸları benim
yaşlarıma karışıyordu.
Evet, anlatılmaz bir sevinç yüzünden yerinden oynamıştı yüreÄŸim.
Duyşen yatağımın yanına oturdu, ben rahatlayıp uyuyuncaya kadar
ateş gibi alnımı okşadı soğuk elleriyle...
Kış daÄŸların öteki yanına geçti. Bahar, mavi bulutlarını önüne
katmıştı bile. Eriyen karlarla kabarmış tepelerden, ılık rüzgarlar
esiyordu.
Toprağın taze süt kokusuna benzeyen güzel kokusunu taşıyorlardı.
DaÄŸlardaki buzlar çözüldü, dereler gürül gürül akan, yollarındaki her
ÅŸeyi yıkan, türküleriyle yataklarını dolduran birer ırmak oldu.
Genç kızlığımın birinci baharıydı bu. O zamana kadar gördüÄŸüm
baharların en güzeliydi. Bir daÄŸa çıksanız, altınızda bahar
dünyalarının en sevimlisini görüyordunuz. Kollarını açmıştı bahar,
gümüÅŸ bir peçeteyle örtülmüÅŸ bozkıra yuvarlanıyordu. Uzaklarda,
kilometrelerce ötede, eriyen göllerin mavisi, atların kiÅŸnemesi,
kanatlarında beyaz bulutlar taşıyan leyleklerin uçuÅŸu vardı. Nereden
geliyordu leylekler, hüzünlü sesleriyle nereye çağırıyorlardı insanı?
Baharın gelişiyle birlikte, hayat daha eğlenceli olmuştu. Yeni oyunlar
yaratıyor, yaÅŸama sevinciyle gülüyor, okuldan çıkınca birbirimizi
kovalayarak eve koÅŸuyorduk. Teyzem bu kadar sevinçli oluÅŸuma
içerliyor, beni azarlamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu:
Oyun oynayacak yaşta mısın sersem? Evlenme vaktin bile geldi.
Senin yaşındaki kızların hepsi ev bark sahibi oldular, çoluk çocuÄŸa
karıştılar. Bir de kendine bak... Bütün vaktini okulda geçiriyorsun.
Ama ben seni hale yola koymasını bilirim...
DoÄŸrusu, teyzemin sözlerini ciddiye almıyordum. Onun bu
davranışlarına alışıktım zaten. Evlenecek yaşta da değildim; o bahar
boyum biraz daha uzamıştı sadece, o kadar.
DuyÅŸen gülerek:
Sen daha çocuksun, derdi bana. Saçın başın karmakarışık.
Aldırmazdım bile. Kendi kendime:
Biraz daha büyüyüp gelin olunca, derdim, daha güzelleÅŸeceÄŸim.
Teyzem bile ÅŸaÅŸacak güzelliÄŸime. DuyÅŸen, gözlerimin yıldızlar gibi
parladığını söylüyor. Yüzüm de temiz bir yüzmüÅŸ.
Bir gün, okuldan dönünce, avlumuza iki yabancı atın baÄŸlanmış
olduÄŸunu gördüm. Eyerlerine, koÅŸumlarına bakılırsa, daÄŸlardan
geliyordu atlar. DaÄŸlılar, deÄŸirmene gelirken ya da pazardan dönerken
amcamla teyzeme uğrarlardı ara sıra.
Kapının önüne gelmiÅŸtim ki teyzemin kahkahasını duydum;
olduğum yerde kalakaldım.
Hadi, yüzün gülsün sevgili yeÄŸenim, diyordu teyzem. Küçük
kumruyu avucunun içine alınca bana nasıl teÅŸekkür edeceÄŸini
bilemeyeceksin.
Sözleri baÅŸka seslerle, baÅŸka kahkahalarla kesildi. Ama ben içeri
girer girmez sustular. Kırmızı suratlı şişman bir adam oturuyordu
kilimin üstünde, önüne bir masa örtüsü serilmiÅŸti. Terli alnına
indirdiÄŸi kalpağının altından bir göz attı bana; sonra önüne bakarak
boğazını temizledi.
Teyzem yapay bir gülümsemeyle karşıladı beni.
Demek döndün canım kızım, dedi. Ä°çeri gel yavrum. Amcam bir
baÅŸka adamın yanında oturuyordu... Ä°skambil oynuyor, içki içiyor,
beşparmak yiyorlardı...
Ä°kisi de sarhoÅŸtu, iskambil kağıtlarını yere attıkça baÅŸları
sallanıyordu. Kedimiz masa örtüsünün üstüne çıktı; ama ÅŸiÅŸman adam
öyle bir tokat attı ki zavallının başına, hayvancağız inleyerek
miyavladı, kaçıp bir köÅŸeye saklandı. Zavallı kedi, canı nasıl yanmıştı!
Kaçmak istedim, ama nasıl kaçacağımı bilemedim. Neyse, teyzem
yardıma koştu.
Canım kızım, dedi. Tencerede yemek var, git de soğumadan karnını
doyur.
Sevindim. Ama teyzemin garip davranışı hoşuma gitmemişti, dikkat
kesildim:
Birkaç saat sonra adamlar kalkıp atlarına bindiler, daÄŸlara doÄŸru
uzaklaştılar. Teyzem yine bağırmaya başladı bana; biraz rahatladım.
Herhalde sarhoÅŸ olduÄŸu için iyi davranmıştı, dedim.
Bu olaydan birkaç gün sonra, Saykal nine teyzemi görmeye geldi.
Avludaydım, ama ihtiyar kadının sözlerini duyabiliyordum. Ä°yi
düÅŸündün mü? diyordu Saykal nine. Kızcağızın hayatını
mahvedeceksin!
Öfkeli öfkeli bağırarak bir ÅŸeyler konuÅŸtular; Saykal evden çıktı.
Bana hem öfke, hem de acımayla bakarak, tek kelime bile söylemeden
gitti. O bakışı bütün keyfimi kaçırmıştı. Ona ne yapmıştım ki bana
öyle bakmıştı?
Ertesi sabah okula gidince DuyÅŸen'in de keyifsiz olduÄŸunu
gördüm. Üzüntüsünü saklamak istiyordu bizden, ama boÅŸunaydı...
Benim yüzüme bakmaktan kaçındığı da dikkatimi çekti. Derslerden
sonra dışan çıkarken, beni çağırdı.
Dur, Altınay, dedi.
Elini omuzuma koyarak sevgiyle baktı bana.
Eve gitme. Gitmeni niye istemiyorum, biliyor musun, Altınay?
Damarlarımdaki kan ansızın donuvermişti sanki. Teyzemin
aklından geçenleri o anda anlayıverdim.
Ben konuÅŸurum onlarla, dedi DuyÅŸen. Sen ÅŸimdilik burada kal.
Yanımdan ayrılma.
Korkum yüzümden okunuyordu anlaşılan. Ä°ncecik parmaklarıyla
çenemden tuttu DuyÅŸen, başımı kaldırdı. Her zamanki gibi
gülümseyerek gözlerimin içine baktı.
Korkma, Altınay, dedi. Ben yanındayken hiçbir ÅŸeyden korkma.
Okuluna devam et, derslerini yap, baÅŸka her ÅŸeyi unut. Ne kadar
korkak olduğunu biliyorum... Bak ne anlatacağım sana... Komik bir
ÅŸey hatırlamış gibi güldükten sonra devam etti:
O sabah biz hepimiz uykudayken Kartanbay nereye gitmiÅŸ biliyor
musun? Büyücü getirmeye! Caynak'ın ihtiyar karısını.
DöndüÄŸünde, Niye getirdin onu, diye sordum. Biraz büyü yapsın,
Altınay'ın yüreÄŸi korkudan yerinden oynadı, diye cevap verdi. Kov
şu kocakarıyı, en aşağı bir koyun ister şimdi. O kadar zengin değiliz.
At da veremeyiz, bir katırımız vardı, onu da kurtlara yedirdik, dedim.
Sen o saatte uykudaydın. Kovdum gitti kocakarıyı. Kartanbay bir
hafta konuÅŸmadı benimle. Küçük düÅŸürmüÅŸüm onu, öyle dedi. Ama
Saykal da, Kartanbay da iyi insanlar. Onlar kadar iyisine kolay kolay
rastlayamıyor insan. Hadi, artık eve gidelim, Altınay. Gel.
Cesur olmaya çalışıyordum; ama teyzem gelir de beni döve döve
götürür diye korkuyordum. Ellerinden kimse alamazdı beni. Bütün,
gece, fırtınanın patlamasını bekleyerek, gözümü bile kırpmadım.
DuyÅŸen aklımdan geçenleri biliyordu tabii. Ertesi gün, dikkatimi baÅŸka
yere çekmek için belki, iki tane fidan getirdi okula. Dersler bittikten
sonra, elimden tutarak beni okulun arkasına götürdü. Esrarlı bir
havayla:
Yapılacak bir iÅŸimiz var, Altınay, dedi. Bu fidanları senin için
getirdim. Åžimdi onları birlikte dikeceÄŸiz. Onlar büyüyüp güçlendikçe
sen de büyüyüp güçlenecek, dünyanın en iyi kadını olacaksın. Temiz
bir yüreÄŸin, saÄŸlam bir kafan var. Bilgin olacaksın sen; evet adım gibi
biliyorum, bilgin olacaksın. Bu fidanlar da senin gibi genç, senin gibi
ince. Onları kendi ellerimizle dikelim, Altınay. Okumak sana
mutluluk getirsin, benim sevgili yıldızım...
Fidanlar benim boyumdaydı; mavimsi gövdeleri vardı. Onları tam
dikmiÅŸtik ki, incecik yapraklara dokunarak, hayat vererek bir rüzgar
esti dağlardan. Yapraklar titredi, kavaklar salındı... Gerileyerek,
sevinçle:
Bak, ne güzel! dedi DuyÅŸen. Åžu ilerdeki kaynaktan bir de su yolu
açarız buraya. Göreceksin, kocaman olacaklar! Bu tepede iki kardeÅŸ
gibi, yan yana duracaklar. Ä°yi insanlar, onları uzaktan gördükçe
sevinecek. Hayat da daha deÄŸiÅŸik olacak o zaman, Altınay. Önümüzde
güzel günler var...
DuyÅŸen'in temiz yürekliliÄŸi nasıl duygulandırmıştı beni... bunu
anlatacak kelimeleri şimdi bile bulamıyorum. Oracıkta durup
öÄŸretmenime baktım. Yepyeni gözlerle baktım ona; yüzünün soylu
güzelliÄŸi, gözlerinin temiz bakışı beni büyülemiÅŸti, ellerinin gücünü
yeni görüyordum sanki... sanki gülümseyiÅŸi ilk olarak ısıtıyordu içimi.
Sıcak bir dalga yükseliyordu göÄŸsümden, o güne kadar bilmediÄŸim
duygular sarmıştı gövdemi. Ona yaklaÅŸmak istiyordum.
ÖÄŸretmenim, bu kadar iyi olduÄŸun için teÅŸekkür ederim sana... Seni
kucaklamak, öpmek geliyor içimden, demek istiyordum.
Ama bunu yapacak cesaretim yoktu; o sözleri yüksek sesle
söylemeye utanıyordum. Söylesem daha iyi olacaktı belki...
DaÄŸların yeni yeÅŸermiÅŸ eteklerinden yükselen o tepede, durgun, mavi
göÄŸün altında kendi düÅŸlerimize daldık. Üzüntülerimi bir yana
atmıştım. Ertesi günü düÅŸünmüyordum bile; iki gündür eve gittiÄŸim
yoktu... yine de, teyzemin beni aramamasına şaşmıyordum. Belki
beni unutmuşlardır, diyordum... kim bilir, benimle uğraşmamaya karar
vermiÅŸlerdi belki. Evet, bu düÅŸünceler tedirgin etmiyordu beni artık;
ama DuyÅŸen'i ediyordu.
Köye dönerken:
Üzülme, Altınay, bir yolunu buluruz, dedi. Öbür gün rapor vermeye
gideceÄŸim yine. Senden de söz açarım. Belki ÅŸehre, okula yollatırım
seni.
Gitmek ister miydin?
Ben senin sözünden çıkmam, öÄŸretmenim.
Şehrin nasıl bir yer olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu; ama
DuyÅŸen'in beni ÅŸehre göndermek istemesi, yeni düÅŸler kurmama yetti
de arttı bile. BaÅŸka bir ÅŸey düÅŸünemiyordum artık. Bazen korkudan
ölecek gibi oluyor, bazen gitmeye can atıyordum.
Ertesi gün okulda, dersler boyunca hayal kurdum: ÅŸehirde kiminle
kalacaktım, nasıl yaşayacaktım orada? Birisi yatacak bir yer verseydi
bana, her ÅŸeyi yapardım... odun kırar, su getirir, çamaşır yıkar, evet,
her şeyi yapardım.
Dışardaki at sesleri beni kendime getirdi. Öyle hızlı koÅŸuyordu ki
atlar, sanki okulu yerle bir edip geçeceklerdi. Hepimiz irkilerek ayaÄŸa
kalktık, kulak kesildik.
DuyÅŸen, aceleyle...
Siz işinize bakın, aldırmayın, dedi.
Kapı büyük bir hızla açıldı. EÅŸikte teyzem duruyordu. Sinsi yüzünde
kötü, karanlık bir hava vardı.
Duyşen kapının yanına gitti.Ne istiyorsun? diye sordu.
Ne istediğim seni ilgilendirmez. Kızımı evlendireceğim. Gel
buraya, piç!
Üstüme yürümek istedi, ama DuyÅŸen yolunu kesti onun. Büyük bir
rahatlıkla, heyecanlanmadan:
Burada yalnız öÄŸrenciler var, dedi. Evlenme çağına gelmiÅŸ
kimse yok.
Görürüz bakalım. Yakalayın ÅŸu piçi. Dışarı çıkarın. Atlılardan birine
iÅŸaret etti. O gün gördüÄŸüm kalpaklı adamdı bu. Onunla birlikte öteki
iki adam da atlarından indiler.
DuyÅŸen olduÄŸu yerde duruyordu.
ÅžiÅŸman adam saldırmaya hazırlanan bir ayı gibi DuyÅŸen'in üstüne
yürüdü.
Seni evsiz barksız serseri, diye homurdandı. Kızlarımız senden mi
emir alacak? Çekil yolumdan!
Duyşen kollarını gererek kapıda duruyordu hala.Buraya girmeye
hakkınız yok. Burası okul, dedi. Teyzem:
Ben dememiÅŸ miydim, benim piçi baÅŸtan çıkarmış! diye bağırdı.
ÅžiÅŸman adam:
Tükürürüm ÅŸimdi okulunun içine! diye uludu. Mosmor kesilmiÅŸti.
Elindeki kamçıyı salladı.
Ama daha atik davranmıştı Duyşen. Bir tekme attı adamın karnına.
Adam inleyerek yere yığıldı. Ötekiler bir anda öÄŸretmenimizin üstüne
saldırdılar. Bağırarak yanıma sığındı çocuklar. EteÄŸime yapışmış
öÄŸrencilerle birlikte adamların üstüne atıldım.
Bırakın öÄŸretmenimizi! Vurmayın ona! Ä°ÅŸte ben buradayım. Beni
götürün, ama öÄŸretmenimize vurmayın! diye bağırdım.
DuyÅŸen döndü. Burnundan oluk gibi kan boÅŸanıyordu. Yüzü öfkeden
korkutucu bir hale gelmişti. Kırılmış kapının tahtalarından birini
geçirdi eline, sallayarak:
Evlerinize gidin çocuklar. Altınay, kaç! diye bağırdı.
Bağırması çığlığa döndü kısa zamanda. Kolu kırılmıştı. SaÄŸlam
eliyle kırık kolunu tutarak geriledi; Ä°ki adam DuyÅŸen'in üstüne boÄŸalar
gibi saldırdılar.
Vur! Vur! Kafasına vur! Gebert!
Kırmızı suratlı haydutla teyzem beni yakaladılar. Saçımdaki
kurdeleyi boÄŸazıma geçirerek dışarı sürüklediler beni. Bütün gücümle
karşı koydum, kurtulmaya çalıştım. Sınıf arkadaÅŸlarım bir köÅŸeye
kümelenmiÅŸler, korkuyla bakıyorlardı bana; ağızları açıktı, ama
bağırmıyorlardı. DuyÅŸen kanlar içinde, duvarın dibine yığılmıştı.
ÖÄŸretmenim!
Ama Duyşen artık yardım edemezdi bana. Ayakta bile duramıyordu.
Yumrukların altında, sarhoşlar gibi sallanıyordu. Başını kaldırmak
istedi; yeniden yeniden vurdular ona. Beni yere fırlattılar; ellerimi
baÄŸlamışlardı. O anda DuyÅŸen de kendinden geçti.
ÖÄŸretmenim!
AÄŸzımı tıkayıp bir eyerin üstüne attılar beni.
Kırmızı suratlı adam, daha önce binmiÅŸti ata. Elleriyle, gövdesiyle
beni eziyordu. Öteki adamlar da atlarına atladılar. Teyzem, kafama
vurarak, yanımda koşuyor, bağırıyordu:
Sen istedin bunu! Neyse, artık kurtuluyorum senden! ÖÄŸretmeninin
de sonu geldi!
Ama sonu gelmemiÅŸti DuyÅŸen'in. Ansızın, umutsuz çığlığını duydum
onun:
Altınay!
Güçlükle arkama baktım. DuyÅŸen peÅŸimizden koÅŸuyordu. Her yanı
kana bulanmıştı; kocaman bir taÅŸ geçirmiÅŸti eline... peÅŸimizden
koÅŸuyordu. Bütün sınıf, hıçkırarak, haykırarak onu takip ediyordu.
Durun haydutlar! Durun! Bırakın onu! Altınay! diye bağırıyordu
DuyÅŸen.
Atlılar durdu. DuyÅŸen'i dövmüÅŸ olan iki adam, çevresinde dönmeye
başladılar onun. Kırılmış kolunu dişleriyle kaldırdı Duyşen, taşı
fırlattı.
BoÅŸa gitmiÅŸti. Ä°ki adam sopalarıyla DuyÅŸen'e vurdular. ÖÄŸretmenimiz
yere düÅŸtü. Çocukların, DuyÅŸen'in üstüne kapaklandıklarını, korkuyla
kalakaldıklarını görebildim ancak. Bayılmışım.
Beni nasıl götürdüler, nereye götürdüler bilmiyorum. Garip bir
çadırda buldum kendimi. Gecenin son yıldızları, çadırın tepesindeki
delikten durgun durgun parlıyordu. Solmak üzereydiler. Yakınlarda
bir ırmağın akışını, çobanların seslerini duyuyordum. BuruÅŸuk yüzlü
bir kadın, kara bir mangalın önüne çökmüÅŸtü: Yüzü toprak gibi
karaydı.
Döndüm. Ah, bakışımla öldürebilseydim ÅŸu adamı!
Kırmızı suratlı adam:
Hey, kadın, diye seslendi. Uyandır şunu artık.
Kara kadın yanıma yaklaştı; sert, nasırlı eliyle omuzumu kavradı,
sarstı. Söyle, aklını başına alsın, dedi adam. Karşı koyarsa üsteleme.
Ben ona yapacağımı bilirim.
Çadırdan çıktı. Kara kadın yere çömeldi yine, tek kelime bile
söylemedi. Kim bilir, belki de dilsizdi. SoÄŸuk küller gibi ölü olan
gözleri, anlamsız anlamsız bakıyordu. Terbiye edilen köpekler vardır
hani... sahipleri, ellerine ne geçerse kafalarına indirirler hayvanların;
onlar da buna alışırlar, ama bakışlarına bir anlamsızlık gelir...
gözlerine baktıkça titrer insan. Kadının cansız gözlerine baktım da,
ölüyüm, yerin altında gömülüyüm sandım. Irmağın sesi olmasaydı ölü
olduÄŸuma gerçekten inanacaktım. Sular ne güzel çağıldıyordu...
gürültüyle akıyorlardı. Özgürdüler.
Kötü ruhun Tanrı'nın laneti altında inlesin, teyze! Göz yaÅŸlarımda,
kanımda boğulsun! O gece kızlığımı elimden aldılar. On beş
yaşındaydım daha. Bunu yapan adamın çocuklarından da küçüktüm.
Üçüncü gece, kaçmayı aklıma koydum. Yollarda beni bekleyen
tehlikelere aldırmıyordum; yakalansam bile ne çıkardı... öÄŸretmenim
Duyşen gibi, soluğum kesilinceye kadar karşı koyardım onlara.
Sürüne sürüne, sessizce ilerledim çadırda. Dışarı çıkacaktım ki, giriÅŸi
örten çadır bezinin baÄŸlı olduÄŸunu gördüm. Çözemedim. Kenarlara
baktım; onlar da yere çakılı sopalara sımsıkı baÄŸlanmıştı.
Tek çare elime keskin bir ÅŸey geçirip ipleri kesmekti. Karanlıkta
küçük bir tahta parçası geçti elime. Umutsuzca yeri kazmaya
başladım.
Çadır bezinin altından geçecektim. Ä°mkansız bir ÅŸeydi bu; ama artık
doÄŸru dürüst düÅŸünemiyordum ki... Sadece bir tek düÅŸünce vardı
kafamda: çıkmak ya da ölmek. O adamın horultusunu duymak
istemiyordum bir daha; orada tutsak kalmak istemiyordum. Ölürsem
dövüÅŸerek ölürüm, özgür ölürüm, diyordum. Onlara boyun
eÄŸmeyecektim.
Orospunun biriydim artık. Ah, nasıl tiksiniyorum bu kelimeden!
Kumaydım. Hangi kokuÅŸmuÅŸ, çürümüÅŸ çaÄŸda yaratmışlardı bu
kumalığı?
Kim yaratmıştı? Kuma olmaktan, insanın ruhuyla, bedeniyle tutsak
olmasından daha küçültücü ÅŸey var mı dünyada? Zavallı kadınlar,
mezarlarınızdan kalkın! Kızlıkları ellerinden zorla alınmış kadınların,
aÅŸağılanmış kadınların ruhları, kalkın! Kalkın, kötü dünyaları, pis
dünyaları titretin! Ben çağırıyorum sizi, ben, sonuncunuz! Ben,
başkaldıran kuma!
Bugün bunları söyleyebileceÄŸim aklımdan bile geçmiyordu o
gece. Umutsuzluk içinde yeri kazdıkça kazdım. Toprak sertti, kolay
kazılmıyordu. Kırık tırnaklarımla, kanayan tırnaklarımla kazdım.
Ancak kollarımın geçebileceÄŸi büyüklükte bir çukur kazmıştım ki,
ÅŸafak söktü. Köpekler havlamaya baÅŸladı. Herkes uyandı. Atlar
ırmağın karşı kıyısına geçti, uykulu koyunlar geldi. Biri, çadırın
iplerini çözmeye baÅŸladı dışardan. Yere çakılı sopaları söktü. Kara
kadındı bu.
Anlaşılan gitmeye hazırlanıyorlardı. Ansızın, bir gün önce
konuÅŸulanlar geldi aklıma: bu sabah yola çıkıp geçiti aÅŸacaklar, yazı
geçirmek için daÄŸlara çıkacaklardı. UmutsuzluÄŸum arttı. Oradan
kaçmak yüz kere daha zor olacaktı.
Kazdığım çukurun yanından uzaklaÅŸmayı düÅŸünmedim bile. Ne
faydası vardı bunun? Kara kadın çukuru, çukurun yanındaki toprak
yığınını gördü, ama aÄŸzını açıp da tek kelime bile söylemedi, iÅŸine
devam etti. Bütün davranışlarında bir kayıtsızlık vardı. Sanki dünyada
hiçbir ÅŸey ilgilendirmiyordu onu. Kocasını bile uyandırmadı. Ortalığı
toplamak için yardım istemedi ondan. Adam, kat kat yorganların
kürklerin altında horlayarak tıpkı bir ayı gibi yatıyordu.
Her ÅŸey derlenip toparlandı. Ben bir kafes içindeydim sanki; ırmağın
karşı kıyısında atlarını, arabalarını yükleyen insanlara bakıyordum.
Üç atlı gördüm birdenbire; birisine bir ÅŸeyler sorduktan sonra bizim
çadıra doÄŸru gelmeye baÅŸladılar. Önce, eÅŸyaların taşınmasına yardım
edecekler sandım; ama daha dikkatli bakınca irkildim. Ä°çlerinden biri
DuyÅŸen'di; ötekiler ise kırmızı üniformalı iki jandarmaydı. Öylesine
ÅŸaşırmıştım ki, aÄŸzımı bile açamıyordum. ÖÄŸretmenim saÄŸdı demek!
Ne güzel! Ama kara bir boÅŸluk vardı içimde: bitmiÅŸtim, kirlenmiÅŸtim.
Duyşen'in başı sarılıydı; kolu askıya alınmıştı. Yere atlayıp doğru
çadıra koÅŸtu. Kırmızı suratlı, horlayan haydutun üstünden bütün
yorganları çekip aldı.
Kalk ayağa! diye bağırdı.
Adam başını kaldırıp gözlerini oÄŸuÅŸturdu; üstüne saldırmak istedi
DuyÅŸen'in, ama jandarmaların tabancalarını görünce çekindi. DuyÅŸen
yakasından tutarak ayaÄŸa kaldırdı onu; hızla kendisine çekerek yüzünü
onun yüzüne yaklaÅŸtırdı.
Kanı çekilmiÅŸ dudaklarının arasından:
Haydut domuz, diye fısıldadı. Hak ettiğin yere gideceksin şimdi.
Yürü.
Adam ileriye doğru bir adım atmak istedi; ama Duyşen parmaklarını
yaÄŸlı omuzuna geçirdi onun... Adamı tuttuÄŸu gibi savurdu. Öfkeyle
bakarak:
Bu kızı ezilmiÅŸ, çiÄŸnenmiÅŸ bir ot gibi mi görüyorsun? diye bağırdı.
Onun hayatını mahvettiÄŸini mi sanıyorsun? Hayır, korkak köpek,
mahvetmedin. Senin günün geçti; gün onun günü! Sonun geldi artık!
Kırmızı suratlı adamın çizmelerini giymesine izin verdiler; sonra
ellerini bağlayıp bir ata bindirdiler onu. Jandarmalardan biri, atın
yularından tutuyordu. Öteki arkadaydı. Ben DuyÅŸen'in atına bindim;
öÄŸretmenim yanımda yürüyordu.
Biz tam yola çıkmıştık ki, bir çığlık koptu arkamızdan; öyle bir
çığlıktı ki bu, bir insanın çıkarmasına imkan yoktu. Kara kadın
bağırarak arkamızdan koÅŸmaya baÅŸlamıştı. Çılgın gibi, kocasının
üstüne atıldı, elindeki taÅŸla kalpağına vurdu.
Sesinin olanca gücüyle:
Al, bu emdiÄŸin kanlar için! diye bağırdı. Köpek! Bu da kara
günlerim için! Seni saÄŸ bırakmayacağım!
Evlilik yılları boyunca bir kere bile baÅŸkaldırmamıştı belki. Bütün
kini, bütün hıncı ÅŸimdi ortaya çıkıyordu. Kulakları parçalayan
çığlıkları, dar boÄŸazda, kayalarda yankılanıyordu. Eyerin üstünde
korkudan sinmiÅŸ kocasının üstüne saldırdı; gübre, taÅŸ, çamur fırlattı.
Bir yandan da bağıra bağıra ileniyordu:
Dilerim bastığın yerde ot bitmesin! Ölün ortalarda kalsın, gözlerini
kuzgunlar oysun! Suratını bir daha görmek kısmet olmasın bana!
Defol, köpek, defol, defol!.
Bir an soluk aldıktan sonra saçları rüzgarda uçuÅŸarak, bağıra bağıra
uzaklaştı.
Bir kabus gibiydi bu. Başım dönüyordu; ezilmiÅŸtim, yıkılmıştım.
DuyÅŸen atımı yularından tutmuÅŸ götürüyordu. Sarılı başını önüne
eÄŸmiÅŸ, sessizce yürüyordu.
Sonunda o kötü boÄŸazı arkamızda bıraktık. Askerler epey
uzaklaÅŸmıştı bizden. DuyÅŸen atı durdurdu, gözlerinde acıyla yüzüme
baktı. İlk bakışıydı bu.
Sana kötülük ettim, seni koruyamadım, Altınay, dedi. Bağışla beni.
Elimi tutup yanağına bastırdı.
Sen bağışlasan bile ben kendimi bağışlamayacağım.
Atın yelesine kapanıp hıçkırmaya baÅŸladım. DuyÅŸen yanımda
duruyor, tek kelime söylemeden saçlarımı okÅŸuyordu. AÄŸlamama
engel olmaya kalkmıyordu.
Sonunda: Gel, Altınay, gidelim, dedi. Bir ÅŸey söyleyeceÄŸim sana. Ä°ki
gün önce kasabaya indim. Åžehre, okumaya gideceksin.
Gürül gürül akan duru bir derenin yanına geldik.
DuyÅŸen durdu. Cebinden bir kalıp sabun çıkararak:
Yüzünü yıka, Altınay, dedi. Al ÅŸunu, sabunları. Ä°stersen atı otlamaya
götüreyim... sen de elbiselerini çıkarıp bir güzel yıkan. Başından
geçenlerin hepsini unut. Bir daha da hatırlama. Yüz, Altınay, kendine
gelirsin.
Tamam mı?
Başımı salladım. DuyÅŸen uzaklaşınca, elbiselerimi çıkarıp suya
girdim. Dipteki beyaz, mavi, yeÅŸil, kırmızı çakıllar bana bakıyorlardı.
Mavi su, bir anda ayak bileklerimi sardı. Avuçlarıma biraz su alıp
göÄŸsüme çarptım. Ürperdim. Üç gündür ilk kez güldüm. Ne güzel
ÅŸeydi gülmek! Yeniden, yeniden su çarptım gövdeme, sonra dereye
daldım. Akıntı hemen sığ yerlere götürdü beni. AyaÄŸa kalkıp
köpüklerin arasına atladım yine.
Ah, dere, diye fısıldadım, ÅŸu üç günün bütün kirini, bütün kötülüÄŸünü
götür gövdemden... Kendin gibi temiz yap beni.
Bizim için deÄŸerli anılar taşıyan yerlerde ayak izlerimiz niye silinir?
Niye kalmaz? DuyÅŸen'le birlikte indiÄŸimiz o daÄŸ yolunu
bulabilseydim, kendimi yere atar, öÄŸretmenimin ayak izlerini öperdim.
O daÄŸ yolu, dünyanın bütün yollarından daha deÄŸerlidir benim için. O
güne, o yola, beni ışığa, taze umutlara götüren o daÄŸ yoluna ÅŸükürler
olsun... O gün parıldayan güneÅŸe, topraÄŸa ÅŸükürler olsun...
Ä°ki gün sonra, DuyÅŸen istasyona götürdü beni. Başıma gelenlerden
sonra artık köyde kalmak istemiyordum. Yeni hayatım yeni bir yerde
başlamalıydı. Saykal'la Kartanbay yolculuğa hazırladılar beni.
Üstüme titrediler, bol bol yemek yedirdiler, çocuklar gibi aÄŸladılar.
KomÅŸuların çoÄŸu güle güle demeye geldi. Huysuz Satımkul bile geldi.
Herkes gitmemi hoÅŸ görüyordu.
Satımkul:
Tanrı yardımcın olsun yavrum, dedi. Yolun açık olsun. Korkma,
öÄŸretmeninin dediklerini yap; her ÅŸeyi baÅŸarırısın. Sen nasıl istersen
öyle düÅŸün, ama biz de dünyayı daha iyi anlamaya baÅŸladık.
Sınıf arkadaşlarım arabanın arkasından koşup uzun uzun el salladılar...
Benimle birlikte birkaç çocuk daha gidiyordu TaÅŸkent'deki çocuklar
yurduna. Deri ceketli bir Rus kadın istasyonda bizi bekliyordu.
Sonraları, kavakların gölgelediÄŸi o istasyondan birçok kere geçtim!
YüreÄŸimin yarısını orada bırakmışım galiba! O bahar akÅŸamının
leylak rengi aydınlığında öyle hüzünlü, öyle yürek paralayıcı bir ÅŸey
vardı ki... Alacakaranlık bile ayrılacağımızı biliyordu sanki. Duyşen
üzüntülü olduÄŸunu göstermek istemiyordu; ama ben ne kadar üzgün
olduğunu biliyordum onun. Aynı sıcak şey gelip benim boğazıma da
tıkanmıştı. Gözlerimin içine bakarak duruyordu öÄŸretmenim; saçımı,
yüzümü, hatta ceketimin düÄŸmelerini okÅŸuyordu.
Elimden gelse seni bırakmazdım, Altınay, ama sana engel olmaya
hakkım yok. Okumalısın. Bilirsin, ben de pek öyle okumuÅŸ biri
deÄŸilim. Gitmelisin, senin için en iyisi bu... Günün birinde sahici bir
öÄŸretmen olursun belki, okulumuzu hatırlar, belki de gülersin. En iyisi
bu, en iyisi bu...
Uzaklardan, trenin boÄŸazda yankılanan düdüÄŸü duyuldu; ışıkları
göründü. Bekleyenler kıpırdanmaya baÅŸladılar.
Sesi titreyerek:
Biraz sonra gideceksin, dedi DuyÅŸen. Mutlu ol, Altınay. Çalış, çok
çalış. Önemli olan çalışmaktır.
KonuÅŸamıyordum; yaÅŸlar tıkamıştı beni. DuyÅŸen gözlerimi sildi:
Ağlama, Altınay. Sonra birden hatırladı:
Seninle diktiÄŸimiz o kavaklar var ya, onlara kendi ellerimle
bakacağım. Önemli bir insan olarak köye döndüÄŸünde o kavakların ne
kadar güzel olduklarını göreceksin. Tren istasyona girmiÅŸti.
DuyÅŸen kollarının arasına aldı beni, alnımdan öptü.
Artık ayrılıyoruz. Talihin açık olsun. Güle güle bir tanem...
Korkma, her zaman cesur ol...
Basamaklara atlayıp omuzumun üstünden baktım. O anı hiç
unutmayacağım. DuyÅŸen, bir kolu askıda, yaÅŸlı gözlerle bakıyordu
bana. Bir daha dokunmak istermiÅŸ gibi eÄŸilmiÅŸti... tren hareket etti.
Güle güle, Altınay! Güle güle, parıldayan ışığım, diye bağırdı.
HoÅŸça kal, öÄŸretmenim! HoÅŸça kal benim sevgili öÄŸretmenim! DuyÅŸen trenin
yanı sıra koşmaya başladı. Geride kalınca daha da hızlandı.
Altınay! diye bağırdı.
Sesinde öyle bir acelecilik vardı ki, söylemek istediÄŸi çok önemli bir
ÅŸeyi ansızın hatırlamış gibiydi. Geç kalmıştı artık; geç kaldığını kendi
de biliyordu. Çok derinlerden, içinin derinliklerinden kopup gelen o
ses hala kulaklarımdadır.
Tren bir tünele girdi, sonra düzlüÄŸe çıktı; hızlanarak Kazak
ovalarından yeni hayatıma götürdü beni...
HoÅŸça kal, öÄŸretmenim; hoÅŸça kal ilkokulum, çocukluÄŸum; ilk
sevgim, hoÅŸça kal...
DuyÅŸen'in düÅŸlerindeki büyük ÅŸehirde yaÅŸadım, bize anlattığı
geniÅŸ pencereli okullardan birinde okudum. Ortaokulu bitirdikten
sonra, bir enstitüye yazılmak için Moskova'ya gönderdiler beni.
O uzun öÄŸrencilik yıllarında ne güçlükler çıktı karşıma... bu
kadar bilgiyi öÄŸrenemeyeceÄŸim diye zaman zaman umutsuzluÄŸa
kapıldım. Ama bırakmadım okumayı, bırakmaya cesaret edemedim,
ilk öÄŸretmenime çok ÅŸeyler borçluydum. En güç zamanlarımda bile
onu düÅŸünmek yeni bir tutku verdi bana. BaÅŸkalarının bir kerede
kavradıkları ÅŸeyleri ben uzun uzun çalışarak anlayabiliyordum. Her
şeye en baştan başlamıştım.
Orta okuldayken, Duyşen'e bir mektup yazmış, onu sevdiğimi,
beklediğimi bildirmiştim. Cevap vermedi. Ben de bir daha yazmadım.
Çalışmalarımı sürdürebilmem için kendisini de, beni de bu
mutluluktan yoksun bırakıyordu galiba. Belki de haklıydı... Yoksa
baÅŸka bir sebep mi vardı? O sıralarda aklımdan geçen kuÅŸkuları,
çektiÄŸim acıları kimse bilemez!
Ä°lk derecemi Moskova'da, tezimi verdikten sonra aldım. Benim için
büyük, önemli bir zaferdi bu. Durmadan çalıştığım için köyüme bir
kerecik bile gidemedim. Sonra savaÅŸ patladı. O yıl, güz aylarından
birinde, Frunze'ye giderken DuyÅŸen'den ayrıldığım küçük istasyonda
indim. Åžansım varmış: köyümüze bir araba gidiyormuÅŸ. Ancak ÅŸimdi,
o kötü savaÅŸ günlerinde gidebiliyordum sevgili köyüme. DeÄŸiÅŸen
ovada yeni köyler, ekilmiÅŸ tarlalar, bilmediÄŸim yollar, köprüler
gördükçe seviniyordum; ama savaÅŸ, sevincimi gölgeliyordu.
Köye yaklaşırken tepeden tırnaÄŸa bir heyecan kapladı beni. Uzaktan,
yeni sokakları, evleri, bahçeleri seçmeye çalıştım bir süre; sonra,
eskiden okulumuzun bulunduğu tepeye baktım. İki kavak yan yana
duruyordu. Onları görünce soluÄŸum kesilir gibi oldu. Meltemde
hafif hafif salınıyorlardı. Hayatımda ilk kez kendi adıyla seslendim
ona; öÄŸretmenim demedim.
DuyÅŸen, diye fısıldadım. Benim için yaptıklarına teÅŸekkür ederim,
DuyÅŸen! Beni hiç aklından çıkarmadın demek... sözünü tuttun...
Gözlerim yaÅŸardı.
Arabacı merakla:
Neyiniz var, diye sordu. Bir ÅŸeyim yok. Bu köyden kimseyi tanır
mısınız?
Tabii. Herkesi tanırım.
DuyÅŸen'i de tanır mısınız? Eskiden öÄŸretmenlik ederdi.
DuyÅŸen mi? Askere gitti... Onu askerlik ÅŸubesine ben götürdüm.
Bu arabayla. Beni orada bırakmasını söyledim genç arabacıya. Ne
yapacaktım? Ev ev dolaşıp beni hatırlayanları mı ziyaret edecektim?
Böyle bir zamanda yapamazdım bunu. DuyÅŸen uzaklardaydı,
savaşıyordu. Üstelik teyzemle amcamın evine adım atmamaya da
yemin etmiÅŸtim. Ä°nsan birçok ÅŸeyi bağışlayabilir, ama onların
yaptıklarını bağışlamak elde mi? Köye döndüÄŸümü bilmelerini bile
istemiyordum. Arabadan inince tepeye, kavakların yanına tırmandım.
Ah, kavaklarım benim, güzel kavaklarım! Bir zamanlar incecik
fidanlardınız siz... ne sular aktı köprülerin altından! Sizi diken, sizi
büyüten insanın bütün dedikleri doÄŸru çıktı! Neden öyle hüzünle,
yasla mırıldanıyorsunuz? Yazın geçtiÄŸine mi yanıyorsunuz yoksa;
soÄŸuk rüzgarlar yapraklarınızı koparıyor, ona mı üzülüyorsunuz?
Yoksa gövdeleriniz, halkımızın kederiyle, acısıyla mı inliyor?
Evet, kış gelecek, soÄŸuk geceler, tipiler göreceksiniz; ama sonra
bahara kavuşacaksınız yine...
Uzun zaman kaldım orada; sararan yaprakların hışırtısını dinledim.
AÄŸaçların dibindeki su yolu yeni temizlenmiÅŸti; suların üstünde sarı
yapraklar yüzüyordu. Oradan, yapılmakta olan yeni okulun çatısını
görebiliyordum. Tepedeki eski okulun ise hiç izi kalmamıştı...
Yola indim; karşıma çıkan ilk arabaya atlayıp istasyona gittim.
SavaÅŸ bitti, zafer kazanıldı. Çocuklar, kitaplarını babalarının harita
çantalarıyla götürmeye baÅŸladılar okula. Kocalar cepheden dönüp
erkek iÅŸlerini yapmaktan kurtardılar kadınları. Dulların gözlerinde yaÅŸ
kalmamıştı artık, yalnızlıklarına alıştılar. Sevdiklerinin yollarını hala
gözleyenler de vardı.
Ben de DuyÅŸen'den hiç haber alamamıştım. Kurkuru'dan gelenler
kayıp listesinde olduÄŸunu söylüyorlardı onun; köy Sovyetine öyle
haber gelmiÅŸti.
Belki de ölmüÅŸtür, diyorlardı. Aradan uzun zaman geçti, ondan hala
bir haber yok.
Demek öÄŸretmenim dönmeyecekti. Birbirimizden ayrıldığımız gün
demek son olarak görmüÅŸtüm onu...
Åžaşıyorum: yüreÄŸimde ne kadar acı, ne kadar hüzün birikmiÅŸ.
Hayatımın eski sayfalarına baktıkça anlıyorum bunu.
1946 güzünün sonlarında, bilimsel bir görevle Tomsk Üniversitesi'ne
gönderildim. Sibirya'yı ilk geçiÅŸimdi. Güzün çok kederli görünüyordu
Sibirya. Yüzyıllık ormanlar, koyu bir duvar gibi geçiyordu
yanımızdan.
Aradaki açıklıklarda, bacalarından incecik dumanlar tüten kara damlı
kulübeler vardı. SoÄŸuk, ıssız tarlalara ilk kar yaÄŸmıştı. Kargalar
bağırarak uçuÅŸup duruyorlardı. Hava çoÄŸu kez kapalıydı.
Ama trende hiç canım sıkılmadı. Yol arkadaÅŸlarımdan biri, savaÅŸta
yaralanmış koltuk deÄŸnekli bir adam, askerdeyken başından geçmiÅŸ
eğlenceli olayları anlattı bize. Anlattığı komik, iğneli, zararsız,
gerçeÄŸe dayanan hikayeler hiç bitmeyecekmiÅŸ gibi geliyordu. Herkes
adama ısınıvermiÅŸti. Novosibirsk'i geçince, tren bir makas başında
durdu. Adamın son anlattığı fıkraya gülerek pencereden dışarı
bakıyordum.
Hareket ettik, makasçının küçük kulübesinin önünden geçiyorduk ki,
ansızın irkildim. Az kalsın bayılacaktım. Yüzümü pencereye dayadım.
DuyÅŸen'i görmüÅŸtüm, oradaydı! Elinde küçük bir bayrak, aÅŸağıda
duruyordu. Aklımı kaçırıyorum sandım.
Sesimin olanca gücüyle:Durun! diye bağırdım.
Ne yapacağımı bilmeden kompartımandan fırladım, koridorun ucuna
kadar koÅŸtum. Gözüme iliÅŸen imdat kolunu çektim.
Vagonlar birbirine çarptı. Lokomotif bir anda durdu. Bavullar düÅŸtü;
kadınlar çığlık atmaya, çocuklar aÄŸlamaya baÅŸladı. Biri:
Tren bir adama çarptı! diye bağırdı.
Ben sahanlığa çıkmıştım bile. Hiçbir ÅŸeye aldırmadan yere atlayıp
DuyÅŸen'e, makasçının kulübesine doÄŸru koÅŸtum. Kondüktörlerin
düdükleri duyuluyordu arkamdan. Yolcular da yere atlamış, peÅŸimden
koşuyorlardı.
Treni boydan boya geçtim. DuyÅŸen de bana doÄŸru koÅŸuyordu artık.
DuyÅŸen! ÖÄŸretmenim! diye bağırdım. DuyÅŸen'di bu, tabii DuyÅŸen'di;
yüz onun yüzü, gözler onun gözleriydi. Biraz yaÅŸlanmış, bıyık
bırakmıştı.
Kazakça:
Bir ÅŸey mi oldu kardeÅŸ? diye sordu. Yanılıyorsunuz. Ben makasçıyım.
Adım Beynu.
Beynu mu?
Acıdan, umutsuzluktan, utançtan bağırmamak için diÅŸlerimi sıktım.
Ne yapmıştım? Ellerimle yüzümü kapayıp başımı önüme eÄŸdim. Yer
yarılsaydı da içine girseydim keÅŸke! Kendilerini korkuttuÄŸum için
yolculardan özür dilemeliydim... makasçıdan da. Ama aÄŸzımı bile
açamıyordum. Yolcular da bir tuhaf olmuÅŸlardı, garip bir sessizlik
içindeydi hepsi. Bana kızacaklar, söylenecekler sanıyordum. Hiçbiri
konuÅŸmuyordu. O büyülü sessizliÄŸi bir kadının hıçkırıkları bozdu:
Zavallıcık, ya kocası ya da kardeÅŸi sandı makasçıyı! Herkes kendine
geldi.
Biri, derinlerden gelen bir sesle: Yazık, diye mırıldandı.
Bir kadın sesi titreyerek:
SavaÅŸta neler olmadı ki, başımızdan neler geçmedi ki, dedi. Makasçı
ellerimi yüzümden çekti:
Gidelim. Sizi kompartımanınıza kadar götüreyim. Hava gittikçe
soğuyor. Bir koluma o, bir koluma da tanımadığım bir adam girdi.
Gidelim yoldaÅŸ, dedi adam. Seni anlıyoruz. Yol açtılar. Bir cenaze
törenindeydim sanki... sanki kocam ölmüÅŸtü de herkes benim acımı
paylaşıyordu. Yolcular arkamızda, ağır ağır yürüdük. Trenin
yanındakiler de sessizce bu törene katıldılar. Biri bir ÅŸal attı
omuzlarıma. Koltuk deÄŸnekli adam, hemen arkamda yürüyordu. Ara
sıra yanıma yaklaşıyor, üzüntüyle yüzüme bakıyordu.
Bu neÅŸeli, temiz yürekli, korkusuz adam nedense kasketini başından
çıkarmıştı. Galiba aÄŸlıyordu. Ben de aÄŸlıyordum. Ağır ağır trenin
yanında yürüdük. Vızıldayan, ıslık çalan telgraf tellerinde bir cenaze
marşının seslerini duyuyordum.
Bir daha göremeyeceÄŸim onu.
Kompartımana girerken, ÅŸeftiren önümü kesti. Öfkeliydi; parmağını
sallayarak, bağıra bağıra sorumluluklardan, cezalardan söz açtı.
Kendimi savunmak için tek kelime bile söylemedim. Hiçbir ÅŸeye
aldırmıyordum. Bir kağıt tutuÅŸturdu elime, gösterdiÄŸi yeri imzalamamı
söyledi. Ama uzattığı kalemi tutamayacak kadar güçsüzdüm.
Koltuk değnekli adam, kağıdı kaparak:
Rahat bırak onu! diye bağırdı şeftirene. Ver, ben imzalayayım. İmdat
kolunu ben çektim. SorumluluÄŸu da ben üstüme alıyorum. KaybettiÄŸi
zamanı kazanmak için, Sibirya'da, eski Rus toprakları üstünde hızla
gitmeye baÅŸladı tren. Biri gitar çalıyordu; gitarın sesi, büyük bir hüzün
katıyordu geceye. Kocaları ölmüÅŸ Rus kadınlarını anlatan o parçayı,
savaÅŸtan sonra acı bir karşılaÅŸmanın anısı olarak yüreÄŸimde taşıdım...
Yıllar geçti. Gelecek, irili ufaklı dertleriyle önümüzdeydi. Sonraları
evlendim. Kocam iyi bir insan. Çocuklarımız, mutlu bir yuvamız var.
Felsefe doktoramı verdim. Birçok yolculuklar ettim. Birçok ülkeler
gördüm. Ama Kurkuru'ya dönmedim bir daha. Kendime göre
sebeplerim, özürlerim vardı. Köyümle olan baÄŸlarım kötü baÄŸlar,
bağışlanmaz baÄŸlar. GeçmiÅŸi unutmadım. Unutabilir miyim hiç? Ama
ondan uzaklaştım.
Aklıma dağlardaki o dereler geliyor. Yeni bir yol yapılmış, kaynağa
çıkan o eski yol unutulmuÅŸ. Yolcular su içmek için artık tırmanmıyor
o yolu. Kaynağın kenarlarını otlar, çalılar bürümüÅŸ. Yakında izi bile
kalmaz.
Sıcak bir günde birinin aklına gelir belki, ana yoldan sapıp
susuzluÄŸunu gidermek için onu arar. Yanına varır, çalıları aralayarak
kaynaÄŸa eÄŸilir... derin, kıpırtısız suyun duruluÄŸuna ÅŸaÅŸar. Ä°çinde
kendini görür, güneÅŸi, gökyüzünü, daÄŸları görür. Böyle bir yeri
unutmuÅŸ olmanın acısını duyar, kaynaktan arkadaÅŸlarına söz açmaya
karar verir. Ama çok geçmez, unutulur.
Ara sıra böyle ÅŸeyler de oluyor hayatta. Kim bilir, belki de böyle
olmalı...
Kurkuru'ya son geliÅŸimde bunları düÅŸündüm.
Ansızın gitmem sizi şaşırtmıştır tabii. Bunları oradakilere anlatamaz
mıydım diyeceksiniz. Anlatamazdım. Kendimden öyle utanıyordum
ki, bir an önce gitmeye karar verdim. DuyÅŸen'i göremeyeceÄŸimi, onun
gözlerinin içine bakamayacağımı biliyordum. Kendimi toparlamam,
her ÅŸeyi rahat bir kafayla yeni baÅŸtan düÅŸünmem gerekiyordu. Bunu
yalnız Kurkuru'lulara deÄŸil, bütün insanlara anlatmalıydım.
Beni utandıran bir baÅŸka sebep daha vardı: o toplantının en önemli
kişisi ben değildim aslında, onur yeri bana verilmemeliydi. O onur
yeri ilk öÄŸretmenimizin, köyümüzün ilk sosyalisti olan DuyÅŸen'indi.
Herkesten çok o hak etmiÅŸti onur yerini. Öyle olmadı. Biz yiyip
içerken, o, altın yürekli adam, telgraflarımızı getiriyordu dörtnala;
sonra da dağıtımı tamamlamaya gitti.
Kurkuru'lu gençler, DuyÅŸen'in ne kadar iyi bir öÄŸretmen olduÄŸunu
bilmezler. YaÅŸlıların çoÄŸu hayatta deÄŸil. DuyÅŸen'in öÄŸrencilerinin
çoÄŸu da savaÅŸta öldü.
Onun için, bizden sonraki kuÅŸaklara öÄŸretmen DuyÅŸen'i anlatmak
görevini ben yükleniyorum. Benim yerimde kim olsa böyle yapardı.
Ama Kurkuru'ya gitmemiÅŸtim bir daha, DuyÅŸen'den haber
alamamıştım, yüzü, müzenin sessizliÄŸinde saklanan deÄŸerli bir
kabartma olmuÅŸtu benim için.
Gidip öÄŸretmenimi göreceÄŸim, sorularına cevap vereceÄŸim onun;
beni bağışlamasını dileyeceğim.
Moskova'da iÅŸimi bitirdikten sonra Kurkuru'ya dönüp yeni okula
Duyşen'in adını vermelerini isteyeceğim. Evet, Duyşen'in, kolhozun
bir üyesinin, postacının... Sizin de beni desteklemenizi istiyorum.
Yalvarırım, destekleyin beni.
Şimdi gecenin biri. Balkonda durup şehir ışıklarının denizine
bakarken, Kurkuru'ya dönüp öÄŸretmenimi göreceÄŸimi, onun beyaz
sakalını öpeceÄŸimi düÅŸünüyorum...
Pencerelerimi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya.
Yeni resmim için çizdiÄŸim desenlere mavimsi, solgun loÅŸlukta, göz
atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baÅŸtan, yeni baÅŸtan baÅŸlamıştım
çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha. Asıl ÅŸeyi
bulamadım. AÄŸaran gecede odayı adımlıyorum, düÅŸünerek, düÅŸünerek,
düÅŸünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin içimde kalacağını
sanırım hep...
Yine de, bitmemiÅŸ resmimden söz açmak istiyorum size. Yardımınızı
istiyorum. Anlamışsınızdır tabii, resmi köyümüzün ilk öÄŸretmenine,
ilk sosyalistine; yaşlı Duyşen'e adayacağım.
Ama bilmiyorum, bu savaÅŸçının hayatını, o hayatta önemli bir yer
tutan amaçları, tutkuları renklerle verebilir miyim... Bu dolu bardağı
taşırmamalıyım; sizlere, çaÄŸdaÅŸlarıma taşırmadan verebilmeliyim
onu. Ama nasıl yapacağım? Yalnız kendi düÅŸüncelerimi yansıtmak
istemiyorum; ortak bir yaratıcılıkla yapmalıyım resmimi. Ama nasıl
yapacağım?
Bu resmi mutlaka yapmalıyım, güçsüzüm, kuÅŸkular içindeyim, ama
yapmalıyım.
UmutsuzluÄŸa kapılıyorum. DüÅŸünüyorum da, ressam olmak bin bir
güçlükle karşılaÅŸtırıyor insanı. Acı bir ÅŸey bu. Bazen kendimi öyle
güçlü buluyorum ki, bıraksalar daÄŸları bile delebilirim! O zaman
ÅŸunları söylüyorum kendi kendime: incele, çalış, seç. DuyÅŸen'le
Altınay'ın kavaklarını, onları çiz. En tepedeki dallara çıkmış,
esrarengiz uzaklıklara büyülenmiÅŸ gibi bakan yalınayak bir çocuÄŸun
resmini çiz.
SON