CORPORATE
Ali KOÇ Yazarın Tüm Yazıları
Sosyoloji Doçenti Alİ KOÇ / 1945 - 2013 Çok erken kaybettiğimiz Ali Koç, Ahmetler'in yetiştirdiği değerli insanlardan birisiydi. Ahmetler'de doğru. Köyden ilk kez ortaokulda okumak üzere çıkarak hepimize örnek oldu. Manavgat Ortaokulunu ve Manavga...
CULA
Anılara Yolculuk
Ali KOÇ
İncegeriş’in yokuşundan çıkıp Sayyatak’taki Höke Yusuf’un obasının yanına vardık. Sonra Aylıca tarafındaki yamaçtan inip Bozlağan’a yöneldik. Hüyyüke varınca orada durduk. Silindir gibi yükselen taş yığınının üstüne birer taş da biz koyduk. Taşların arasında bazı bez parçaları da vardı. Onları biz koymadık. Kim niçin koydu bilmiyorum. Büyüklerden bazıları dua okuyup amin dediler. Ne söylediklerini iyi anlamadım ama onlarla birlikte ben de amin dedim. Sonra hüyyüke bir taş daha koymak istedim. “Olmaz!” dedi Gıralı, “Hüyyüke her yolcu ancak bir taş koyabilir.” Sesimi çıkarmadım. Onların ardından yola devam ettim.
Bozlağan yolu birden fazla kişinin yanyana gideceği kadar geniş değildi. Sağımızda solumuzda dikenli geven bitkileri, çakırdikenler, devedikenleri, ısırgan kürnekleri vardı. Kimimiz çarıklıydık, kimimiz ince lastik pabuçlu. Ayağımıza diken batmasını istemezdik. Ayrıca gevenlerin arasında böcü börtü, yılan olur diye de çekiniyorduk.
Bir ara önümüzdeki yolun yakınında bir atmacanın dıkkasıyla bir başka kuşu çekiştirip durduğu, tüylerini yolup sağa sola savurduğu dikkatimi çekti. Ne olduğunu yakından görmek için atmacaya doğru koştum. Atmaca ben varmadan yerdeki avını da bırakıp kaçtı. Öldürdüğü kuşu benim sandı herhalde. Kuşa yaklaşınca bunun bir cula olduğunu fark ettim.
“Bu atmaca amma da salakmış! Şu culanın her yeri kas, sinir, kemik. Bunun nesini yiyecek?” diye söylendim kendi kendime. “Başka avlayacak bir şey bulamamış.”
Ölü culaya dokunmadım. Yolumuza devam ettik. Atmacanın sonra ne yaptığını bilmiyorum.
Bozlağan’a vardık. Her yer karla örtülüydü. Oğruklar da karla dolu idi. Çobanlar keçileri, koyunları Kösedağı tarafındaki düzlüklere götürüyorlardı. Aşağıda eriyen karların suyu ile küçük göller oluşmuştu. Ah, bu sular hiç kurumasa! Karlar eriyince hepsi kuruyacak. Sonra biz buzullardan nacakla kar kesip eriteceğiz. Buzullar da erirse, inlere gireceğiz, oğruklara ineceğiz; oralardan kar çıkaracağız. Başka türlü içme suyu bulamayız.
Oğruklarda, inlerde yalnız kar yok; culalar, cula yuvaları, cula palazları da var. Culalar insan giren oğruktan, inden kaçarlar. Ulaşılması zor yerlerde, uçurumlardaki başka inlerde kendilerini daha emniyette hissederler. Fakat insandan kaçış yoktur. Çocuklar onları orada da bulurlar.
Bunlar gündüzleri o kadar yükseğe uçarlar, o kadar uzun süre yükseklerde kalırlar ki ben onların bütün gün gökyüzünde ne yaptıklarını merak eder dururdum. Meğer çok yükseklerde de uçup giden böcekler varmış. Culalar o böcekleri havada yakalayıp yiyerek beslenirlermiş. Kesinlikle üç bin metreye kadar çıkıyorlar. Çünkü Dekedaşı’ndan bile yukarıda uçuyorlar. Dekedaşı’nın iki bin sekiz yüz metre olduğunu haritacılar ölçmüşler. Öyle diyorlar.
Bazen çocuklar yalıdaki inlerden bir cula palazı getirip obada onunla oynarlar. Orada büyük kargalar yok. Hatta kara toyuk da yok. Nedense onlar bu kadar yükseğe gelmiyorlar. Akdağ’da en çok bağıran, yaygara çıkaran kuşlar culalardır. Asfalt zifti gibi de kapkara tüyleri vardır.
Onlar da bizimle beraber sehile göçerler. Kışın Gapız’daki inlerde barınırlar. Hani şu Ahmetler Kanyonu dediğiniz yer var ya, biz oraya Gapız deriz. Birisi de bunu karpuz yapmış. Gapız’ın dibindeki ırmağa Karpuz Çayı diyorlar.
Kış gecelerinde yağmurdan korunmak için Atlamba yolu kenarındaki inlerde barınırdık. Orada keçiler için yeteri kadar örülük de vardı. Fakat bizim inlere culalar sahip çıkarlardı. Daha doğrusu biz onların inlerini işgal ederdik. Gece onların da başka kalacak yerleri yoktu ki bizimle aynı inde geceyi geçirirlerdi. Ateşten, çıra ışığından gözleri kamaştığından etrafta uçuşurlar fakat karanlıkta inin dışına çıkıp gidemezlerdi. Bazen peykelerde duyrukmuş olanlardan birini yakalayıp bakardık. Çocuk aklı işte. Canlı oyuncak. Sonra salıverirdik. Yine de sabaha kadar inden çıkmazlardı. Hayatta kalmalarını etlerinin yağsız ve kötü oluşuna borçluydular. Yoksa çobanlar onları pişirip yiyebilirlerdi.
Culalarla ilgili şöyle bir hikâye de duydum:
Ahmetler Kuyusu’nda toplu olarak oturduğumuz dönemdi. Yaşlı kadınlar bir çobanın avradının doğumunda yardım etmek için onun çadırının önünde toplanmışlardı. Hani çokluk olan yerde dedikodu da çok olur ya, kadınlar kendi aralarında hamilelik sırasında karamık yiyen bir Abdal gelininin çocuğunun kara çıktığından filan söz ediyorlardı. Aslında çobanın avradının da kara bir çocuk doğuracağını ima ediyorlardı. Çünkü o kellik aylarında hiç kimsenin yemediği cula eti istemişti. O zaman gebe kadınların her istedikleri yerine getirilirdi. Yoksa çocuğun başına bir iş geleceğinden korkarlardı. Bu yüzden kadının kocasının bir cula yakalayıp etini hamile olan eşine yedirmesi gerekiyordu.
Culaları gündüz yakalamak hemen hemen imkansız. Onları ancak gece karanlığında inlerde ya da oğruklarda bulabilirsiniz. Gece inlere, oğruklara girmek ise her babayiğidin cesaret edeceği bir iş değildi. Ayrıca en yakın in ya Alavada dağında ya da Akdağ’da bulunabilirdi. Bu mevsimde gece oralara kim gider?
Yaşlı kadınlar hamile gelini ikna etmeye çalışıyorlardı: “Bacım, sen bu cula işinden vazgeç! Başka bir şey iste. Şimdi millet culayı nereden bulsun? Üstelik sen o eti yersen çocuğun da cula gibi kapkara olur...”
“Bir şey olmaz. O nereden bulursa bulsun, culayı getirsin!” (Kocasını kastediyordu.)
Kocası hayır diyemezdi bu durumda. Yoksa çocuk sakat doğabilirdi. Öyle inandırmışlardı onu. Bir cula bulması gerekiyordu. Cık cık edip öfke ile kafa salladı. Sonra sürüsüyle Alavada dağına gitti. Geceyi Çağşırcıoğruğu’ndaki inin yanında geçirecekti. Orası Çavış emminin güzlesi idi. O inde culaların
Yanında taşıdığı nacakla iledin özünden çıralar çıkarıp hazırladı. İnin yakınında ateş yakacağı yeri belledi. Bir taraftan da keçilere ayı sataşır diye endişe ediyordu. Onun için ayılara karşı öksülük odunları ocağın yanına yığdı. Kurtlarla uğraşma işini ise her zaman olduğu gibi köpeklere bıraktı.
Keçileri akşam karanlığında ocağın yanına getirdi. Sonra ateşi yaktı. Peştemalını çözdü, ekmeğini keşle, peynirle yedi. Köpeklere de birer parça ekmekle peynir verdi. İyice karanlık olmasını bekledi. Öksülük odunların ucunu tutuşturup arada bir yanan tarafı taşlara vurarak etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Ayıları ancak böyle sürüden uzak tutabilirdi. Yoksa onlar hiç bir şeyden korkmazlardı. Ateş kıvılcımları gece karanlıkta silahtan daha etkili olurdu.
Çoban bir süre sonra iledin çıralarını da tutuşturdu. Bunlar öyle çam çırası gibi de yanmıyorlar. Sorkuçları az. “İnşallah inin içinde sönmezler,” diye düşündü. “Yoksa oradan kazasız, belasız çıkmak zor.”
İnin içinde gerçekten bir sürü cula vardı. Çoban girince hepsi bağırıp çağırarak oraya buraya uçuşmaya başladılar. Çıra ışığı gözlerini alıyordu. Çok sürmedi; peykede birini yakalayıp dışarı çıkardı. İçerdekiler karanlıkta kalınca seslerini kestiler. Çobanın elindeki cula ise cıyaklamaya devam ediyordu. Bu bağırışın keçileri ürküteceğinden endişe eden çoban culayı boğazı kıble tarafına gelecek şekilde yere yatırdı. Partıklamaması için de hafifçe üstüne basarak “Bismillahu Allahu ekber!” deyip kuşağında taşıdığı uzun kama ile culayı boğazından kesti. Akan kanı toprakla örtüp üstüne büyük bir taş koydu. Kan kokusunu önlemek istiyordu. Sonra ateşin yanına gitti. Culanın tüylerini yolup yaktı. Sonra bıçağı ile culanın iç organlarını çıkardı. Bazı kısımlarını ateşin ardındaki sıcak külün içine gömdü. Culanın yüreğini, karaciğerini, taşlığını etin içinde bıraktı.
O gece hiç uyumadı. Arada sırada yanan öksüleri taşlara vurarak sabahı etti. Şafakla birlikte keçiler de harekete geçtiler. Bereket Çağşırcıoğruğu’nun çevresinde çok yayılım vardı. Bu yüzden keçiler doyuncaya kadar çoban da orada oyalandı. Sonra keçileri yavaş yavaş obaya doğru sürdü. Öğleye doğru çadırların olduğu yere vardı.
Culanın etini gelinin çadırının önünde bekleyen yaşlı kadınlardan birine verdi. Kendisi misafir çadırına gitti. Kocası da olsa bir erkeğin hamile kadın yanında beklemesi istenmezdi. Bu iş çocuk doğurtmada tecrübesi olan yaşlı kadınlara bırakılırdı. Onlar da gerekirse günlerce hamile kadının yakınından gitmezlerdi.
Yaşlı kadınlar culanın etini ocakta yanan kömürlerin üstünde pişirip çobanın avradına yedirdiler. Şimdi herkes doğacak çocuğun rengini merak ediyordu.
Aradan zaman geçti, gün geldi, çocuk doğdu. Esmer bir oğlan çocuğu idi. Adını Hasan koydular. Karaca Hasan demeyi de ihmal etmediler. Bir taraftan da çocuğun anasının yediği cula eti yüzünden böyle esmer olduğunu iddia ediyorlardı. İçlerinden biri: “Çocuğun anası esmer, babası esmer. Aslı ho, nesli ho! Elbet esmer olacak. Bunun cula ile ne ilgisi var?” deyip ötekileri susturmaya çalıştı. Fakat çocuğun ismi hep Karaca Hasan olarak kaldı.
Ali Koç