Huriye HEARN Yazarın Tüm Yazıları
Huriye HEARN İngilizce Öğretmeni
BİR ÇOCUK, BİR ÖLÜM, BİR UMUT...
Huriye HEARN
Çocukların ruhlarında bazı olaylar çok büyük ve derin izler bırakıyor. Bu izler ruhlarında kalmaz sadece bazen bedenlerinde de bariz acılara yol açar... Bir çocuk kalbi asla analiz edemez yaşadıklarını, ama çok derinden hisseder. Bazen bir ölümün karanlığı karartır düşlerini, bazen de bir ayrılığın acısı ıslatır gülüşlerini. Korkar minicik çocuk kalbi gördüğü düşün düşlenmesinden. Anlatamaz ruhundaki baskülün tonlarca ağırlığının acısını. Bekler anlaşılmayı, bitirilsin ister karnındaki ve ruhundaki sancıyı.
Sene 1982 yaz mevsimi… girintili çıkıntılı Antalya ovasına çöken sarı çöl sıcaklarından bizim köy de nasibini alıyor... Babam, Zobu Emmi, Hamış Halanın eşi Şaban Alisi ve diğer yaşlılardan Küççük Goca, çardağa oturmuşlar, Akdeniz’den gelecek bir esintiye muhtaç, bekliyorlar. Babamla Zobu Emmi, ağustos ayı olması nedeniyle birbirleriyle konuşurken babam:
“Eyyemi Buhur’un kaçı Ahmadalı, ne bu sıcaklar böyle?” diyerek sessizliği bozuyordu.
Zobu Emmi biraz duraksadı ve henüz yenice doldurduğu kehribar rengindeki piposundan bir nefes çekti. Gözleri, üzeri sislerle kaplı Akdenize kuşbakışı bakıyordu. Dudaklarının arasında çok sevdiği piposunu hafifçe gezdirdi. O bu işi yaparken çok mutlu olurdu; sanki purosunu tatlı bir çoçuğun şeker yiyişi gibi yiyor sanırdınız. Hani hepimizin çocukluğunda ebelerimizin ellerimize tutuşturduğu yassı ve pembe çizgili şekerler var ya işte onların tadı gibi bir şeydi bu sanırım.
Gözlüklerini düzelti. Biraz Akdeniz’e biraz Güğlen Dağına baktı ve bıraktı ağzındaki purosunun dumanını sanki öperek usulca;
“Efe, az galdı; yakında bu Eyyemi Bofur bitecek emme velakin bu sıcak heç hayra alemet değil.“ diyordu.
Böyle azgın sıcak havaları çocukluğumda hiç hayra yormazlardı. Bunu niye söylediklerini ise ben hiçbir zaman anlamıyordum; ama bu asırlık ihtiyarların belliki yaşadıklarından öğrendikleri çok şeyler vardı. Kimbilir belki de Orta Asyadan gelen genlerinde hala Şaman kültürünün izini taşıdıkları için böyle diyorlardı…
Her yıl katırlarla yaylaya giden bu iki ihtiyar, bu yıl yaylaya gitmemişler ve köyü biz yaramazlarla birlikte beklemeye karar vermişlerdi. Bazen böyle yapaıyorlar sonra aniden karar değiştirip bir araç buluyorlar ve yaylanın yollarına düşüyorlardı. Bu yıl hiç öyle bir niyetleri yok gibiydi. En azından ben hiç bu konudaki konuşmalarına şahit olmamıştım.
“Bu yıl yaylaya gitmedik de görün mü başımıza geleri diye” söylenen iki ihtiyara diğerleri de başlarını sallayarak katılmışlardı. Bu sıcakları hiç de hoş karşılamamışlardı. Sıcaklar nedeniyle sanki gül ağacındaki bülbüllerinin nazlı kanadını kırmış gibi hüzünlüydüler.
O yaz hiçbir oyun bana ne zevk vermişti ve beni heyecanlandırmamıştı. Aslında babamın ve Zobu Emminin uğursuzluk saydığı ve onların “eyyemi bohur” dedikleri sıcakların uğursuz etkisi benim üzerimde çoktan etkisini göstermeye başlamıştı bile…
Sınıf arkadaşlarımın pek çoğu okullarına kayıtlarını yeni yaptırmış, hangi formayı giyeceklerini bile konuşmuşlardı. Hele Emine Koç’un beyaz uzun çorabı ve mavi üniforması adeta benim rüyalarımı süslüyordu. Ben de öyle güzel bir orta okul üniforması giyebilecek miydim? Ama benim kaydım hiç bir okula yapılmamıştı. Babamın başının etini gece gündüz yiyordum; ama hiç bir sonuç alamıyordum. Anneme sızlanmalarım da fayda getirmiyordu.. Günler geçiyordu. Bir ben, okumayı çok seven ben oracıkta kalmıştım..
Üzerimdeki stresin ne denli şiddetli olduğunu şu anlarda çok daha iyi analiz edebiyorum. Bitmeyen karın ağrıları, geceler boyu süren uykusuzluk, iştah kaybı ve şiddetli endişe nöbetleri... Sanki mezarlığın karanlık gece yüzü benim ruhumu esir almıştı. Bu endişeler, geceleri karanlığın katran rengini damla damla pencereden süzerek içime akıtıyordu ve bu karanlık her geçen gün ruhumu ve beni sarıyordu. Bunaltıcı ve basık hava, bu sarı sıcak, adeta beni boğuyordu... Boğuyordu ama sıkıntılarımı kimseye söyleyemiyordum... Yoksa ben çıldırıyor muydum? Yoksa babamın “deli” genleri bana mı geçmişti? Üzgündüm, hastaydım, umutsuz ve mutsuzdum.
Bu gergin günlerimde bir gün aniden köye acı bir haber ulaştı. Kara Musa’yla Cibi’nin kamyonu kaza yapmıştı... Bütün kadınlar çocuklar yaşlılar odanın önünde toplandılar. Dualar edilmeye başlandı, ”Canlarına bir şey olmamıştır inşallah” diye. Herkes kötünün en iyisini düşünmek istiyordu. “Offf! Şu eyyemi bohur neymiş böyle…” diyordum; “Daha neler getirecek başımıza acaba?”
Az sonra kara haber geldi.. Bir kamyonun arkasında bir battaniyeye sarılı genç bir fidan, boynu bükük, gülleri solmuş, gülüşlerini çoktan alıp gitmiş ölüm sorgusuzca ve acımasızca... Mezarlığın katran rengi bütün köyü sardı ve ben tam bu karanlığın ortasındayım.
Bütün köy yasta... Abim koşuyordu cenaze evine. Arkadaşıydı Musa Abi onun; sık sık mektupları ve resimleri gelirdi askerdeyken abime. Son yolculuğuna uğurlarken yanında oldu... Gözyaşlarını paylaşmıştı sadece bizimle abim; ama herkes acılıydı.
Bir hafta kimse ne radyo diledi ne televizyon açtı. Bu ölüm benim çocuk kalbimde ruhumda çok acılar bıraktı. Kimseye bir şeyler söyleyemiyordum, korkuyordum... Sanki mezarlığın koca koca meşeleri her gece dallarını uzatıp beni de istiyordu. Doymuyordu hiç… Sanki benim etsiz vucudum onu doyuracakmış gibi rüyamda beni alıyordu karanlık sokaklarına. O sokaklarda bir tanıdık yüz yoktu; ya aldıklarını nereye saklıyordu? Yapayalnız ve öcümüştüm.
Bir de Musa Abinin ölümü bitmeyen yas acı ve benim ruhum acısıyla birleşmişti. Mezarlık hiç doymazmıydı ki neden gençleri alıyordu hep? Beni de alacak biliyorum her gece o karanlık beni yakalıyor. Bağırıyorum, sesim çıkmıyor. Sanki prova yapıyordu ölüm benimle… Boğuluyorum anlatamıyorum… Ölüler evi ne istiyordu benden, çok korkuyorum ölmekten...
Kaçmak istiyorum uzaklara mezarlığın olmadığı bir yere. Ölümün duyulmadığı bir gezegene belki; ama kaçamıyorum. Sonra ağrılarım artıyor, dayanılmaz oluyor ağrılarım... Zobu Emminin eşi Elif Yenge yakılar hazırlıyor türlü türlü. Karnıma sarıyorlar her birini ayrı ayrı. Katran kokuyorum ama faydası yok...
Acıyan ruhum, üşüyen beynim ve korkularım çaresizliğimi sımsıkı şarmış. Ya okul ne olacak gidebilecek miyim? yoksa mezarlık beni de mi alacak? Kaçmalıyım bu yerden uzaklaşmalıyım, ama nasıl? Küçük bir kız nereye gidebilir ki? Gitse ne yapar tek başına?
Neyse ki cami hocası namaz kılmayı öğretmişti dua ediyorum deli gibi. “Çocukların duasını Allah kabul edermiş” öyle demişti hoca bir keresinde...
Dualarım kabul olacak mıydı? Mezarlığın karanlığı mı alacaktı beni, yoksa ben mi bu karanlığa bir mum yakacaktım?
Zaman her şeyin ilacı belki; ama azgın sıcakların adı olan “Eyyamı Bahur”’un elimizden aldığı yiğitleri geri getirmeyen zaman, içimdeki karanlığı adım aldı aldı götürdü.