Huriye HEARN Yazarın Tüm Yazıları
Huriye HEARN İngilizce Öğretmeni
ÇOCUKLUK ARKADAŞIM TÜRKAN ASLAN
Evet mutluluktan kalbim sanki yarılacaktı, bu şehirli kız benimle oyun oynayacaktı hem de beni çağırmıştı. Ben köydeki arkadaşlarımı alıp Kuyunun Alanında öğretmencilik oyunu kurar ve öğretmen de kendim olurdum; ama bu sefer ilk kez adını duyduğum Türkan adlı kıza bırakmıştım oyun kurmayı.
Elinde değişik hiç görmediğim tüylü, yumaşak, sert ve şeffaf görünümlü çeşitli topları alacalı kilimin üstüne döktü ve hadi birini seç oynayalım dedi. Bir tanesi çok ilginçti, içine bakınca farklı bir dünya varmış gibi gözüken çevirdikçe içindeki resimleri hareket eden sihirli bir toptu. “Bunu alalım çok güzel” dedim. “Tamam” dedi. “Hadi bahçeye inelim.” “Bahçe? O da ne?” dedim. “Şurası bak” dedi, ”şeftalinin yanı.”
“Haa! Cıba diyorsun sen…” dedim. “Çıba mı?” dedi, güldü. “Eveet ona Cıba deriz” dedim. Oyuna çoktan dalmış topla değişik değişik oyunlar oynamıştık. Sonra kardeşim çardağın kırık dökük ucuna gelerek; “Abaa! Gel, aş yiyeceez” dedi. Türkan gene güldü “aş mı?”
“Hayyaa, aşşş; haydi sen de gel beraber yiyelim” dedim. “Olur” dedi. “Aş neymiş, ben de bakayım tadına.”
O gün Türkan’a “Cıbayı” ve “aşı” öğretmiştim; ben de “tokyo”,”atlet” ve “dondurma “kelimelerini öğrenmiştim. Dondurmayı hiç algılayamamış, hayalimde bile canlandıramamıştım.
Bir yaz böylelikle geçmişti. O bana şehiri anlatıyor ben de ona köyü anlatıyordum. Arkadaşımı o kadar çok sevmiştim ki onu kimseyle paylaşmak istemiyor, sadece benimle oyun oynasın diye bir saniye bile yalnız bırakmıyordum. O da beni çok sevmiş ve uzun yıllar tadı damağımızda kalacak olan bir çocukluk hatırası yaşamıştık o yaz.
Her şey güzeldi hoştu ama bir komşu kızı daha vardı köyde ve o beni hep mutsuz ediyordu nedense. Bu kız bizim bitişik komşu Daylak Emminin küçük kızı Cici Fatma idi. Bu biraz havalı biraz kendini beğenmiş kız, Türkan’la benim arama giriyordu ve bu beni hiç memnun etmiyordu. Cici Fatma, ablamın arkadaşı idi ama oyununa Türkanı da alıyordu beni hep dışlayıp evlerinin önünden kovuyordu. Sanki ben ona ne yapırsam? Ne etmeliydim de bu Cici Fatma’nın Türkan’ı benden çalmasını engellemeliydim. Onun bu ayrıcaklıklı tavrı beni çok derinden üzüyor, üstelik kimse de ona bir şey diyemiyordu. Ama yapabileceğim bir şey de yoktu. Aradan geçen bir kaç yıl böyle buhranlı ve üzüntülü geçmişti.
Bir gün köye bir haber geldi. Habere göre Cici Fatma, kocaya kaçmıştı. Bu habere Daylak Emmi, Hacıkızı hala ve ablalarımla Fatma Koç çok üzülmüştü. Bütün bu üzülenlerin içinde bir tek ben yoktum. Öyle çok sevinmiştim ki Cici Fatma’nın kaçıp evlenmesine sanki Allah benim halime çok acımıştı ve Fatma’yı oyun alanımdan uzaklaştırmıştı aniden.
Türkan, artık sonsuza dek benim oyun bahçemde kalabilirdi ve nitekim de öyle oldu.
O bana bir gün oyun sırasında babasının Almanya’da olduğunu söylemişti.Ben de ona; “Bu Almanya dediğin yer, Pazarın ardı yani Manavgat’ın yanı mı?” dedim. Yine kikirdedi: “Yok, çok uzak, hem de çok…” dedi. “Hani uçaklar var ya onlarla gidiliyor oraya” dedi. Küçücük köylü çocuğu aklım bunu da hiç algılayamamıştı. Uçak nedir, onu bile bilmiyordum ve bazen Türkan’ın konuştuğu şeylere anlam veremiyordum. Peki ama o bütün benim bilmediğim şeyleri nasıl biliyordu onu da bir türlü çözemiyordum.
Bir gün ansızın hiç beklenmedik bir şekilde Türkan’ın babası çıkageldi. Çok şaşırmıştım hiç geleceğini duymamıştım babasının Türkan’dan. Türkan’ın babası iri yarı, kocaman vücutlu, insanın içine bakmaya korktuğu donuk mavi gözleri olan bir adamdı. Bu kocaman dev gibi adam fazla konuşmuyor fazla gülümsemiyor ve evden dışarı çıkmıyordu. Babası geldikten sonra Türkan artık bize fazla gelemiyor ve çardaktan çardağa konuşuyor olmuştuk.
Cici Fatma’nın boşalttığı yeri şimdi de babası doldurmuştu. Ya da ondan sonra şimdi de babası onu benden uzak tutuyordu.
Türkan arasıra evden çıkıyor, elinde değişik değişik şekerleme ve çikolatalarla benim üzüntümü gidermeye çalışıyordu adeta. Babası çok ama çok çikolata getirmiş ve biz bitmeyecekmiş gibi her gün bu dünya harikası çikolatalardan yiyorduk. Bunlar renli reknli jelatin kağıtlara özenle sarılıp paketlenmiş naneli, sütlü, karamelli ve de dişlerimize yapışan harika lezzetli sakızlı çikolatalardı. Doğrusu benim için bu tam bir ziyafetti. Çikolatalarla Bakkal Hacının getirdiği pembe şekerlerin pabucu artık dama atılmıştı çoktan...
Bir gün Türkanların tahta çardağa daracık mayolu üzerinde hiç bir şey bulunmayan bütün vücudu yoğurtla kaplanmış bir adam dikilmiş ve Fersin Yakaya bakıyordu. Onun bu halini gören çocukları bir gülme krizi tutmuş ve sesimize gelen annemiz çardaktan uzaklaştırmıştı hepimizi. Az sonra bir kıyamet koptu. Bu ses, Gırkık Ebe’nin sesiydi:
“Uyyy bacım bu da mı gelecekti başımıza. Gökden daş yağacak bacım üstümüze, ana üryan çıkmış da çardağa, uyyy var hay kökü kesilesice var hay, get öte yanına!..”
Onun sesini duyan Aşağı Baş’ın hanımları çeşmenin önüne toplanmış bu tuhaf durumu anlamaya çalışıyordu. Hasan Koçun karısı Gök Kız da Türkanların çardağa yönelmişti. Gırkık Ebe ona; “Getme gız oraya, firenklinin biri ana üryan yatıyor utanmadan” diyerek onu da Hacı Velinin olduğu Çardaktan uzaklaştırıyordu. Bu arada biz çocuklar bu tuhaf manzaraya bakıp bakıp gülerken büyük ablam evin önündeki incir ağacından mazıları koparmış ve elindeki mazılarla çardağın ucuna kadar gelmişti. Sonra bize; “Siz içeri kaçın” dedi ve mazıların en büyüğünü alarak karşı çardakta güneşlenen Hacı Veli amcanın sırtına öyle bir attı ki sırtına tam isabet eden mazının sesini çeşmenin önündeki kadın sürüsü bile duymuştu.
Karşı çardaktan; “Vay nağalet vayyy” diye bir gürültü koptu ve ses bizim eve doğru gelmişti. Hacı Veli amcanın yoğurt yüzlü ve sinirli yüzünü tahta tuvalet külübesinden izlemek bize büyük bir mutluk veriyordu. Onun bu halinden memnun olamayan köylü ve akrabaları elbetteki ona tek söz söyleyememiş; o da Almanya’nın bütün üzerinde getirdiği karını, buzunu ve soğunu köyün yakıcı güneşinde eriterek bol bol güneş depoluyordu Almanya için. Gırkık Ebe uzunca bir süre çeşmenin önünde söylenmiş ve hayıflanmıştı bu duruma.
Bense çikolatayla beni tanıştıran bu adamı çok sevmiştim ve biten çikolataların ardından sütlü neskafenin tadını çıkarırken Türkan’a “İyi ki baban Almanya’dan gelmiş” derken ikimiz de birbirimize bakarak durmadan gülüşmüştük.
Hacı Veli amcanın en çok sevdiği şey kuru incir ve kuru çökelekle yapılmış bükme idi. Hatice Yenge durmadan Hacı Veli’ye bükme yapmış ve onu beslemişti, sanki Almanya’da hiç bükme yokmuş gibi...
Türkan’la olan arkadaşlığımızı çikolatanın aşkıyla nişanlamış ve kan kardeşliğiyle de evlendirmiştik. Uzun yıllar Ahmetler’in taşlı sokaklarında oyunun kendisinin bile kıskandığı oyun dünyasını doyasıya paylaşmıştım. Bu paylaşma ,bazen Biladancık’ta ballık toplamak ya da Serken’de üzüm kesmek, bazen de Çukur’da oğlak gütmekle ödüllendirilmişti.
Her güzel şey gibi bizim çocukluk günlerimiz de bir güneşin doğuşu ve batışı gibi gelip geçivermişti; ama bizde bıraktığı duygunun güzelliği ise tadı hala kalplerimizde ve gülüşlerimizde yerini koruyor.
Türkan Aslan (Kocaakça) benim her zaman çat kapı yapabileceğim bir kaç arkadaşımdan birisidir. Evine her gidişimde kendimi kendi evimde gibi hissetmemi sağlayan çocukluk arkadaşım Türkan’ın ağzından geçmişi dinlemek yazmaktan çok daha büyük bir zevk veriyor bana...
Bir evin bir kızı sevgili arkadaşım Türkan Arslan Koacakça’ya ailesiyle birlikte daha nice güzel yıllar geçirmesini isterken hayatını hep güzel anılarının süslemesini diliyorum...
İyi ki hayatımın en güzel dönemi olan çocukluk anılarımı süsledin çok yaşa sen Türkan!..