Ali KOÇ Yazarın Tüm Yazıları
Sosyoloji Doçenti AlÄ° KOÇ / 1945 - 2013 Çok erken kaybettiÄŸimiz Ali Koç, Ahmetler'in yetiÅŸtirdiÄŸi deÄŸerli insanlardan birisiydi. Ahmetler'de doÄŸru. Köyden ilk kez ortaokulda okumak üzere çıkarak hepimize örnek oldu. Manavgat Ortaokulunu ve Manavga...
DEVECÄ° ÇOCUK
Ali KOÇ
1975’te Almanya’ya geldiÄŸimde başıma dert olan konulardan biri de o zamana kadar lise seviyesinde Ä°ngilizce öÄŸrenmemiÅŸ olmamdı. Benimle okuyan Alman öÄŸrencilerin hepsi çok iyi Ä°ngilizce biliyorlardı ve çalışmalarında Ä°ngilizce’den yararlanıyorlardı. Burada Almanca temel öÄŸrenim dili olduÄŸundan doktora öÄŸrenimi için en az iki yabancı dil daha bildiÄŸimi kanıtlamam gerekiyordu.
Ben Türkiye’de yabancı dil olarak yalnız Almanca öÄŸrenmiÅŸtim ve Almanya’da okumak için Almanca’nın yeterli olacağını sanıyordum. Halbuki Alman liselerinde en az iki yabancı dil okunuyordu. ÇoÄŸunun da kendi anadili olan Almanca dışında mevzuat gereÄŸi üç yabancı dil öÄŸrendikleri anlaşılıyordu. Ayrıca Alman liselerinden mezun olanlar bizden iki yıl daha fazla okuduklarından diÄŸer derslerle ilgili sorunlar da vardı. Onlara ayak uydurabilmek için çalışkan olmak da yetmiyordu. Yılların açığını kısa sürede kapatmak mümkün deÄŸildi.
Ä°lk iÅŸim hemen yetiÅŸkinler için düzenlenen bir Ä°ngilizce kursuna yazılmak oldu. Kurs kitabında bir deve çobanı hikâyesi özellikle dikkatimi çekti. Çünkü hikâyede söz konusu olan adamın başına gelenler bana kendi durumumuzu hatırlattı. Batılıların bir kiÅŸinin fakir, mesleksiz veya cahil olduÄŸunu ifade için alaycı bir tavırla deve sürücüsü (camel driver/Kameltreiber) dediklerini biliyordum.
Ben çocukluÄŸumda deve de güttüÄŸüm için bu tutum biraz ağırıma gitti. Yazıyı tekrar tekrar okudum ve tercümenin dışında kendime göre yorumlar ürettim.
Türkiye’de öÄŸretmen olarak çalışan bir Alman arkadaşım benim yörük kökenli olduÄŸumu bildiÄŸi için bana develerin davranışları hakkında bir takım sorular yöneltti. Kendisi Ä°zmir civarında dolaşırken birkaç deveye rastlamış. Develer onu görünce arkasından gitmiÅŸler. Arkadaşım onlardan korkup oradan uzaklaÅŸmış. Bana develerin kendisini neden takip ettiklerini sordu. Ben de ona çocukluÄŸumdaki tecrübelerime dayanarak: “Onlar senden tuz veya baÅŸka bir ÅŸey istemiÅŸ olabilirler. Almanca bilmedikleri için zavallılar sana dertlerini anlatamamışlar” dedim ÅŸaka olarak. Bu tuz meselesine inandı. Ona develeri nasıl tuz ve su ile eve baÄŸlı tuttuÄŸumuzu ballandıra ballandıra anlattım. Bu arada develerle ilgili iÅŸittiÄŸim bazı fıkraları da sanki kendim yaÅŸamışım gibi eklemeyi ihmal etmedim. Arkadaşım bu anlattıklarımı Almanca olarak yazıp kendisine vermemi rica etti. Yazı ÅŸimdi bütün ayrıntıları ile onda. Herhalde ileride bana o yazıyı ne yaptığını anlatacaktır.
Ä°ngilizce kursu kitabındaki yazıyı kısaca size de özetleyeyim: Güya 1961 yılında Lyndon B. Johnson A.B.D. baÅŸkan vekili olarak Güney Asya’da dolaşırken yolda karşılaÅŸtığı Ahmet adında bir deve çobanı ile sohbet etmek ister. Çobana: “Bir ara bize de uÄŸra!” der. Ahmet bu ÅŸakayı ciddi bir davet ve arkadaÅŸlık teklifi olarak anlar, sevinir. Tabii ABD baÅŸkan vekilini bir sürü gazeteci izlemektedir ve hemen ertesi gün gazetelerine ‘Johnson deve çobanını Amerika’ya davet etti’ diye baÅŸlık atarlar. Bu durumda Johnson Ahmet’i Texas’taki çiftliÄŸinde ağırlayıp ona Amerika’nın önemli ÅŸehirlerini gezdirmek zorunda kalır.
Ahmet memleketine meÅŸhur ve paralı bir insan olarak dönünce ilk iÅŸi iyi hazırlanmadan hemen ÅŸehire göçmek olur. Fakat ÅŸehir hayatında yapabileceÄŸi bir iÅŸ yoktur. GetirdiÄŸi parayı harcayıp bitirdikten sonra tekrar Amerika’ya gitmek ister. Ancak bir türlü arkadaşı Johnson’a ulaÅŸamaz. “KeÅŸke iÅŸimi bırakmasaydım; hiç deÄŸilse böyle iÅŸsiz kalıp mutsuz olmazdım!” diye acızlanır.
Ä°ÅŸin bu yönü bana babamın keçi sürüsünü satıp ÅŸehire göçmesini ve orada başına gelenleri hatırlattı.
Gelelim kendi deve hikâyemize:
Olukluçongara’da köÅŸeklerle oynarken ebem (Emir El’in Gülsüm) develerden sırf benim için bir miktar süt saÄŸar ve bana içirirdi. Obada benden baÅŸka deve sütü içen yoktu. KöÅŸekler doÄŸumlarından itibaren benimle muhatab olduklarından büyüdükleri zaman da benim peÅŸimden ayrılmazlardı.
Yaylada deve güderken onları sabah erkenden gevenlerin, devedikenlerinin, çakırdikenlerin olduÄŸu yere sürer, ısırgan yemelerini önlemeye çalışırdım. Nedense develer ısırganın topuzları ile devedikenlerinin yumrularını ayırt edemiyorlardı. Bu yüzden birkaç devemiz zehirlenip ölmüÅŸtü.
Bazen babamın büyük Macar bıçağını da alarak devedikenlerini ve çakırdikenleri kesip obaya getirirdim. Obada o dikenleri piynar deÄŸneÄŸiyle dövüp saman yerine develere verirdim. Develer onları hapur hupur iÅŸtahla yerlerdi. Özellikle de dikenlerin yaÄŸlı yumrularını çok severlerdi.
Arada sırada karları eritip su yapar, içine biraz da tuz katarak develere verirdim. Bu yüzden onlar bana her iÅŸimde kesin itaat ederlerdi. Aslında develeri gütmek keçileri, oÄŸlakları, koyunları, kuzuları gütmekten daha kolaydı. Beni en çok sinirlendirenler de Abdullah Emmi’nin koyunları idi. Onlar sıcakta yere bir yattılar mı kaldırmak mümkün olmazdı. O koyunların inadını gördükten sonra oÄŸlak veya deve çobanlığına çoktan razı olurdum.
Bir gün Popazbaşı’nda develeri ararken küçük bir ayı yavrusuna rastladım ve onun peÅŸine takıldım. Yavru Popaz’ın içindeki o meÅŸhur ine doÄŸru gidiyordu. Önümdeki dirseÄŸi geçince birdenbire ortadan kayboldu. ‘Nereye gitti?’ diye etrafa bakınırken bir de ne göreyim? Karşı tepenin başında dikilmiÅŸ bana bakıyordu. Oraya ne zaman ve nasıl vardığını bir türlü anlayamadım. Demek ki dirseÄŸi geçer geçmez hızla koÅŸmuÅŸ. Sonra onu takip etmekten vazgeçip obaya döndüm. Ä°yi ki dönmüÅŸüm. Ya bir de anasına rastlasaydım!
Obaya geldiÄŸim zaman develerin benden önce geri geldiklerini farkettim. Orada beni bekliyorlardı. Sonra onları geceyi geçirebilecekleri kuytu bir yere sürdüm. Sabah yine birlikte gevenlerin, dikenlerin olduÄŸu alana gittik.
Ahmetler Kuyusu denilen yerde Çimililer başıma bela olmuÅŸlardı. Ä°kide bir gelip önümdeki develeri götürürler, tokada atarlardı. AÄŸlayıp sızlamama hiç önem vermezlerdi. Develeri kurtarmak için babamın ta oraya kadar gidip kendilerine deve başına istedikleri parayı vermesi isteniyordu. Babam bir kere parayı verip develeri kurtardı ve geri getirdi. Fakat Çimililer bir süre sonra gelip aynı develeri yine götürdüler. Bu defa babam gece gidip develeri para vermeden tokattan çıkardı. Ancak onlar bu iÅŸi babamın yaptığını tahmin ettiler. Bu yüzden babamın Çimililerle olan sorunları hiç bitmedi. Nihayet onlara kızıp Fersinli Bayramın OÄŸlu’na yetmiÅŸ keçi birden satarak ÅŸehire göçtü. Fakat ÅŸehir hayatında baÅŸarı saÄŸlayamadı ve sürünün parasını da batırıp deve çobanı Ahmet gibi mutsuz oldu. Åžehire göçün getirdiÄŸi tek olumlu geliÅŸme herhalde bizim okula gitmemize vesile olması idi.
Babam ÅŸehirde hiç anlamadığı halde ısrarla kamyonculuk yapmaya kalkışmıştı. Onu bu sevdasından kimse vazgeçiremedi. Nihayet bütün parayı dolandırıcılara çarptırdı ve iÅŸ yapamaz hale geldi. Bu arada biz de her davar çobanının ÅŸehirde nakliyat firması yönetemeyeceÄŸini de öÄŸrenmiÅŸ olduk.
Ä°ÅŸte o Ä°ngilizce kursu kitabındaki deve hikâyesi beni böyle geçmiÅŸe doÄŸru alıp götürdü. Tatillerde köye uÄŸrayabildiÄŸimde hep develerin nereye gittiklerini düÅŸünürüm. Tek deve bile kalmamış. Millet deve yerine kamyon, traktör, araba kullanıyor. Yaylaya bile lüks arabalarla gidiyorlar. Fakat benim gözlerim hep çalıların arkasında hüzünle deve arar.
Ali Koç
Frankfurt, 21.07.2011